BAKARSAN BİR ŞEY GÖRÜRSÜN,GÖRMEK İÇİN BAKARSAN ÇOK ŞEY GÖRÜRSÜN
  BAK,GÖR,İNCELE.
irfgzr2 - ALINTILAR

  HAYAL VE HEDEF
  => irfgzr
  => UMUT
  => KONUŞMA
  => YAZMAK
  => İLETİŞİM
  => BEDEN DİLİ
  => COŞKU
  => DOSTLUK
  => MUTLU OLMAK
  => VİDEOLAR
  => AKILLI TAHTA(SMART BOART)
  => 18 MART (ÇANAKKALE ZAFERİ)
  => 23 NİSAN
  => 19 MAYIS
  => Osm Dev (Ders Notları)
  => HARİTALAR
  => OSMANLI TARİH(soru-cevap)
  => OSMANLIDA İLKLER
  => Tarih Çağları(genel özellikleri)
  => İNK.T.DERS NOTLARI
  => TEST-T. İNK.T.ve ATA
  => İNK T(soru-cevap)
  => 24 KASIM(Atatürk'ün Öğretmen Yönü)
  => CUMHURİYET BAYRAMI
  => Albert Einstein’in Atatürk’e yazdığı mektup
  => AB DESTEKLİ BÖLGESEL KALKINMA PROGRAMLARI
  => AB EĞİTİM VE GENÇLİK PROGRAMI
  => Atatürk'ün Kimlik No'su
  => Atatürk'ü Koruma Kanunu
  => Atatürk'ten AnılarYeni sayfanın başlığı
  => Atatürk Oratoryosu
  => Atatürk'ün Vasiyeti
  => ATATÜRK'ÜN SOY AĞACI
  => Dokuz Taş(Dokuz Kumalak)
  => Tarih Terimleri(sözlük)
  => TEST-LİSE 9.sın.
  => Tarh Öğrtm Ana Kaynak
  => SİYASİ PARTİLER
  => KOCA YUSUF
  => GÜZEL VE ÖZLÜ SÖZLER
  => PİRİ REİS VE HARİTASI
  => Aile Soy Ağacı
  => TÜRKİYE VE AVRUPA
  => EYC(Avrupa Gençlik Mrk)
  => ETİK EĞİTİMİ
  => EYF (Avrupa Gençlik Vakfı)
  => GENÇLİK HİZMETLERİ DAİRE BŞK
  => TEST(LİSE 10)
  => İlk Kadın Öğretmen(Refet Angın )
  => SINAV STRESİ
  => RİSK YÖNETİMİ
  => Tarih Programları
  => Türklerin ilginç icatları
  => SÖZLÜK(ulslararası ilşkl
  => Büy.sanayi.devr
  => EDİRNE
  => ÇAĞ.T.VE.DÜN.T
  => ÇTDT(2.dönem çalışma soruları)
  => çiçeklerin anlamı
  => 10 ALTIN ÖĞÜT VE ÜÇ ŞEY
  => Uluslararası İlişkiler(ders notları)
  => Biyografi
  => ULİLŞ(çalıma soruları)
  => II.DÜNYA SAVAŞI (ÇALIŞMA SORULARI)
  => BÂCİYÂN-I RUM
  => Türk Kadını(Milli Mücadelede)
  => Etik hikayeler
  => GÜNLÜK GAZETE HABERLERİ
  => FOTOĞRAFLARLA ATATÜRK
  => TÜRKİYE
  => Resimler(Osm)
  => Osman Bey-Şeyh Edebali
  => OĞUZLAR
  => Osm.dev.yerine kurulanlar
  => Osm.dev.yklş
  => Osm-ALBÜM
  => TARİH (Lise 10-Günlük Plan)
  => Osmanlı'dan ABD'ye Deve Yardımı
  => TARİHÇİLER(Osmanlı)
  => Tarihte OsmXRus Savaşları
  => Kıssadan Hisse
  => Hürrem
  => İnsan
  => ULİLİŞ(2.DÖN.ÇALŞ.SOR)
  => MECLİS(İç Tüzük)
  => DEVLET BAŞKANLARI
  => Kur.sav.karş.sorunlar
  => 6 Şapkalı Düşünme Tekniği
  => KARİKATÜR
  => Etik Sözler
  => ANILAR
  => ANNELER GÜNÜ
  => Arkadaşlık
  => ATATÜRK
  => ATATÜRK İLKELERİ
  => ATATÜRK-İLETİŞİM
  => Atatürk'ün Bursa Gezileri
  => Atatürk'ten Alacağımız Feyizler
  => Atatürk ve Doğa
  => Atatürk'ün çıkardığı gazeteler
  => ATATÜRK'ÜN SON RÜYASI
  => Atatürk'ün Laikliğe Bakışı
  => ATATÜRKÇÜLÜK
  => Atatürk'e suikast
  => ATATÜRK'TEN ANILAR
  => ATATÜRK(Yakın Arkadaşları)
  => Bilim Adamları ve Buluşları
  => Atatürk'ün Türk Tanımı
  => ATATÜRK'ÜN YAZDIĞI KİTAPLAR
  => Atatürk Madame Tussauds Müzesinde
  => ABD'ye ilk Atatürk heykeli dikiliyor
  => Atatürk'ün Çift Alfabeli İmzası
  => Atatürk Devrimleri
  => Atatürk'e Ait Eşyalar
  => Atatürk Takvimi
  => AMERİKANIN VERGİ ÖDEDİĞİ TEK DEVLET
  => Aklın Yolu Birdr.
  => BECERİ
  => DÜNYADA GAZETENİN TARİHÇESİ
  => DÜNYANIN ''EN'' LERİ
  => OFKE VE ÖFKE KONTROLÜ
  => ULUSLARARASI İLİŞKİLER(2.Dön.çalışm.soru)
  => GİYİM VE KUŞAM(Osm dev. kadın
  => Pusula,Barut,Kağıt ve Matbaa
  => ALINTILAR
  => 2.DÜNYA SAVAŞI
  => LİSE-9(Ders Notları)
  => İLGİNÇ BİLGİLER
  => İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ
  => PROTOKOL
  => TARİH ÖĞRETİM YÖNTEMİ
  => METE HAN(Oğuz Kağan)
  => TARİH ŞERİDİ
  => ERMENİLER
  => MY MOTHER
  => MEVLANA
  => 1.Meclis
  => Mehmet Akif Ersoy
  => Mimar Sinan
  => SÖZLÜK(Dini kelime ve deyimlerin anlamları)
  => HAYALİ CİHANA DEĞER
  => LİDER
  => Wikileaks Nedir?
  => 1 Nisan şakası
  => ATATÜRK VE TARİH
  => ATATÜRK’ÜN KARLSBAD’A GİDİŞİ
  => ATATÜRK'ÜN HUKUKA BAKIŞI
  => ATATÜRK'ÜN EĞİTİME BAKIŞI
  => ATATÜRK VE AHLAK
  => ATATÜRK'ÇÜ DÜŞÜNCE
  => SOYKIRIMLAR TARİHİ
  => ATATÜRK VE MİLLİYETÇİLİK
  => ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE BAKIŞI
  => ATATÜR VE DEVLETÇİLİK
  => ATATÜRK VE ÇAĞDAŞLAŞMA
  => ATATÜRK VE CUMHURiYET
  => ATATÜRK VE İNSANLIK SEVGİSİ
  => ATATÜRK VE LAİKLİK
  => Atatürk'ün Araştırma Yöntemi
  => ATATÜRK VE İNKILAP
  => ATATÜRK VE HALKÇILIK
  => ATATÜRK VE BAĞIMSIZLIK
  => Atatürk'ün sevdiği şarkılar
  => AFFETME
  => BİR ERGENDEN MEKTUP
  => BİR ŞEY
  => BURSA'DA İLKLER
  => HAYAT
  => Telafisi olmayan
  => Teknoloji(Videolar)
  => TARİH (TARİH ŞERİDİ)
  => HOŞGÖRÜ
  => Araştırma Yöntemi
  => TAKVİMLER
  => TÜBİTAK
  => TİMSAH YÜRÜYÜŞÜ
  => Mnzr
  => MARŞLAR
  => MESLEKLER(Tarih ile ilgili)
  => NUTUK
  => RESİMLER(OSM.MED.)
  => SARI ZEYBEK
  => MÜZİK
  => ÖLÇÜ BİRİMLERİ
  => ÖNYARGI
  => 1.DÜNYA SAVAŞI
  => 10 KASIM(Tören Konuşması)
  => İSTANBUL RESİMLERİ
  => 100 TEMEL ESER
  => TARİH(soru-cev)
  => İŞGALLER(İllere Göre)
  => YAZMA ESERLER
  => VİDEO 2
  => DEVŞİRME(OSM)
  => 100 Türk Edebiyatçısı
  => ÜNLÜ TARİHÇİLER
  => 14 ŞUBAT
  => Sürgündeki Hânedan
  => OSMANLI KÜLTÜR VE UYGARLIĞI
  => TARİHİ YAPILAR
  => ANDIMIZ
  => İlginç Şeyler
  => Üç çeşit insan
  => BİLİYOR MUSUNUZ?
  => SLAYT> 1.dünya sav
  => TAVLA
  => KONUŞAN HEYKELLER
  => İstanbul İsimleri
  => Arkadaş
  => Dünya'nın Enleri
  => Yapılandırma Sistemi
  => BULUŞ YOLUYLA ÖĞRENME
  => ALO
  => PROJE NEDİR,NASIL HAZIRLANIR?
  => Performans
  => LİSE 9(DERS NOTLARI)
  => TARİH KAYNAKLARI
  => Kur.sav.Kahraman,yapıt
  => Tarih Dersine Nasıl
  => LİSE 10(17-18 YY)
  => TARİHTE İLK
  => EYLÜL AYI MESLEKİ ÇALIŞMA RAPORU
  => YGS
  => YGS-LYS Tüm sorular
  => LYS
  => YGS-İNK TARİHİ SORULARI
  => ÖSYM-LYS
  => TEST(Karma)
  => ÇTDT
  => SEVGİ VE SAYGI
  => 9.SIN KİTAP CEVAP
  => MİLADİ VE HİCRİ YILI BİRBİRİNE ÇEVİRME
  => İlk Milletler Arası Dili Bir Türk İcat Etmiş
  => ANKA KUŞU
  => OSMANLICA
  => ÇTDT(Test)
  => ADAKALE
  => BİLİMSEL ARAŞTIRMA
  => “Tarihe Geçen Hazırcevaplar”
  => FIKRALAR
  => ARMA(Osm)
  => TARİH HARİTALARI
  => GİZLİ KAHRAMANı
  => MAKALELER
  => MESAJ (ŞŞAL MEZUNLARINA)
  => Makale(Halil İnalcık)
  => KAYNAKÇA
  => BAŞARILI HİKAYELER
  => Savaş ve Barış
  => PROJE HAZIRLAMA
  => İcatlar ve Keşifler
  => YÜRÜYEN KÖŞK
  => RAPORLAR
  => KUT-ÜL AMARE ZAFERİ
  => TÜRK BÜYÜKLERİ(ALFABETİK SIRA)
  => TÜRK BÜYÜKLERİ SERİSİ
  => Sınavlara Hazırlık
  => PROJE
  => TÜRK BÜYÜĞÜ(257)
  => BİLİM KADINLARIı
  => TÜRK BÜYÜKLERİ
  => TARİH ÇEVİRME KLAVUZU
  => GÜVENME
  => ATATÜRK ALBÜMÜ
  => EN GÜZEL GEZİLECEK YERLER
  => LİSE 3(Seç.T) DEVLET TEŞKİLATI
  => LİS-3(seçT)DEV.YÖN
  => TARİHTE BUGÜNı
  => Lis 3-seç.T.(Hukuk)
  => TOPLUM GELİŞİM
  => LİSE 3 (EKONOMİ)
  => LİSE 3(EĞİTİM-ÖĞRETİM)
  => soru-cevap(osm .dev.)
  => osm.Tarh(soru-cevap)
  => veda(Erkek Lisesinden Ayrılış)
  => Kavram Haritaları
  => DERS ÇALIŞMA
  => DİNLEME
  => ANTLAŞMALAR(Osm)
  => KİTAP KAMPANYASI
  => LİSE 3(SANAT)
  => lise 3(seç.T-sorular)
  => ATATÜRK (ANILAR)
  => irfgzr2
  => HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI?
  => LİSE 9(Ders Kitabı Sorularının Cevapları)
  => kaynak(2)
  => İnk.Tarh(Atatürkçülük)
  => ÜLKEMİZDEN MANZARALAR
  => Osm.dev.dağlm.dön
  => DEĞERLİ TABLOLAR
  => MÜZE(BAKL)
  => MÜZE
  => ANDLAŞMALAR(Osm)
  => kavrm(İslam Öncesi)
  İLK DERS
  İLK TÜRK DEV EĞİTİM(Seç.T)
  YERDİR BURSA(Şiir)
  ATATÜRK VE MATEMATİK)
  2017-2018 Etkinlikleri
  TARİH 11(ÜNİTE 2 - DERS NOTLARI)
  Galeri
  TARIH ARAŞTIRMA SITESI
turkey






Gazi’nin Bir Anısı

Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu:
-Merhaba nine.
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle:
-Merhaba, dedi.
-Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp:
-Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
-Ne sahibiyim, ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı:
-Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
-Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
-Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da .... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Ben de gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip
saldı Angara’ya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
-Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
Kadının birden yüzü sertleşti.
-Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek.
Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşa’yı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek:
-Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm,benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum:
-Anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı:
-Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi:
-Bu anamızı alın, burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine benim bütçemden üç inek verin armağanım olsun.


1 Nisanın Tarihçesi
15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle,
kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir.
En sonunda 31 Mart gecesi Kalenin önüne giderek bir elinde Kur'an bir elinde İncil:
-Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım, der.
Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.
Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar:
-Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz' dediklerinde Haçlı ordusu komutanı:
-Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur' diye cevap verir ve bütün Müslümanlar orada şehit edilir.
İşte o gün bugündür 1 Nisan Hıristiyanlar arasında 'Hile Günü' olarak kutlanmaktadır.
Maalesef, yüzlerce, binlerce Müslümanın katliam günü olan 1 Nisan'lar, bir şaka günü olarak kutlanmaktadır.
Timur ve Karınca
Meşhur Türk Hükümdarı Timurlenk'e:
-Seni erlikten başbuğluğa yükselten nedir?..diye sordular.
Timurlenk şu cevabı verdi :
-Asla ümitsizliğe düşmedim... O kadar zorlukla karşılaştığım halde hiç birisinden yılmadım ve bir maksadıma erişmek için bir karınca bana örnek oldu: Bir gün düşmanlarımdan kaçmış bir harabeye sığınmıştım. Her yerden ümidi kesmek üzere olduğum bir anda gözüm bir karıncaya ilişti. Karınca kendinden büyük bir buğday danesini almış bir yıkıntının üzerinden aşırmak için uğraşıyor; fakat taşıdığı şey kendisinden büyük olduğu için sonuna kadar götüremiyor, düşürüyordu. Dane yuvarlanarak duvarın dibine düşüyor, karınca tekrar inip rızkını alıp götürmeye uğraşıyordu. Bu hal elliden fazla oldu; ama karınca da nihayet maksadına erişti. Karıncanın bu azmini gördükten sonra bende bir ümit peyda oldu. Kendi kendime:”Ben bu karınca kadar da mı olamayacağım.” dedim ve maksadıma erinceye kadar hiç bir zorluktan yılmadım.
 
 
Anneler Günü
 
Anneler Günü kendini 1600'lü yıllarda İngilizlerin "Mothering Sunday" (Anneler Pazarı) kutlamalarında gösterdi. Hıristiyanlığın Avrupa'ya
yayılmasından sonra "Anneler Pazarı" kutlamaları ruhani bir güç sayılan "Anneler Kilisesi" ni onurlandırmak amacıyla düzenlenmeye başlandı, doğurganlık ve inanç yine bir araya geldi.
 
İçinde bulundukları dönemde zor koşullar altında yaşayan ve çoğu zaman çalıştıkları yerlerde barınan İngilizler bu özel günde izinli sayılırlar ve tüm günlerini evlerinde anneleri ile geçirirlerdi. Hatta biraz da Hıristiyan aleminin yortu geleneğinin etkisiyle olsa gerek
"mothering cake" adını verdikleri bir tür pasta götürme adeti yerleşmişti.
 
Hıristiyanlığın Avrupa'da yaygınlaşmasından sonra bu kutlama, onlara hayat veren ve kötülüklerden koruyan ruhani bir güç sayılan "Anneler Kilisesi" ni onurlandırmak amacıyla değişti. Zamanla kilise festivali
Anneler pazarı kutlamaları ile birleşerek, beraber kutlanmaya başlandı.
 
Anneler Günü resmi olarak ise ilk kez Amerika Birleşik Devletleri'nde 1872 yılında kutlandı. Şair Julia Ward Howe bundan böyle her Paskalya Yortusu'nun dördüncü Pazarı'na denk gelen tarihin kendi şehrinde Anneler Günü olarak kutlanacağını ilan etti.
 
Philedelphia'da yaşayan Ana Jarvis adındaki genç kız, annesinin ölüm yıldönümü olan Mayıs ayının ikinci Pazar'ının tüm eyalette "Anneler Günü" olarak kutlanmasını istedi. Politikacılara, bakanlara ve iş
adamlarına kendisine yardımcı olmaları için mektup yazdı.
 
Jarvis'in gösterdiği gayret 1911 yılında semeresini verdi ve her yıl Mayıs ayının ikinci Pazar gününün Amerika Birleşik Devletleri'nin tüm eyaletlerinde "Anneler Günü" kutlanması hükümet kararıyla kesinleşti.
 
Ülkemizde ise 1955 yılından beri mayıs ayının ikinci pazar gününde anneler günü kutlanıyor.
 
Türkiye, Danimarka, Finlandiya, İtalya, Avustralya ve Belçika'da da aynı tarih kabul edilmesine rağmen İngiltere'de ve diğer birçok ülkede Anneler Günü ulusça belirlenen değişik tarihlerde kutlanmaktadır.
Nemelazım!
Osmanlı’nın yıkılış sebeplerine dair çok şey söylenip yazıldı.
“Yeniçeri’nin yozlaşması” dendi,
“Sanayi Devrimi’nden geri kalması” dendi.
Belki de söylenegelen sebeplerin hepsinde birer hakikat payı vardı. Fakat yıkılışın önemli bir sebebi var ki, Osmanlı’nın hem de en zirvede olduğu zamanda dile getirilmişti:
Nemelazımcılık.
Bu sosyal kara delik tarih boyunca, nice fert, topluluk, cemaat, devlet ve imparatorluğu yutmuştu.

Kanuni Sultan Süleyman, devletini olabilecek en yüksek seviyelere çıkarır; ama, “Günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye de zaman zaman düşünür…
Birçok meselede olduğu gibi, bu endişe edilecek düşüncesini süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi’ye açmaya karar verir. Keşfine, kerametine inandığı
Yahya Efendi’ye el yazısıyla bir mektup gönderir:
“Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de, bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlale
uğrar mı?” diye özetler endişesini.
Devrin kudretli sultanı Muhteşem Süleyman’dan gelen bu mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır:
“Nemelâzım be Sultanım!”
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bu söze bir mana veremez, endişesi daha da artar. Zira Yahya Efendi gibi bir zat, ciddi bir meseleye böylesine basit bir cevap vermezdi, vermemeliydi…
Söylenmeye başlar:
“Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?”
Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergahına gider. Bu sefer sitem dolu bir şekilde:
“Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” diyerek, sorusunu tekrar sorar.
Yahya Efendi duraklar:
“Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”
“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “nemelazım be sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mana çıkarıyorum.”
Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri tarih gergefine nakşeder:
“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyuka çıksa... İşitenler de nemelazım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de, çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese,işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir…”
Söyleneni dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan, başını sallayarak da bunları tasdik eder. Söz bitince ikazlarının devamı için tembihte bulunur süt kardeşine. Sonra da memleketinde kendisini ikaz eden böyle bir alim
olduğu için Allah’a şükrederek oradan ayrılır…

***
Devletlerini yükseltenler, fetihler yapanlar "nemelazım” demediler.
"Ne güzel kumandan..!” iltifatına mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Trabzon dağlarını aşarken yanında Karamanoğlu’nun kızı olan halası bulunmakta idi…
“Sultanım” dedi halası, “bunca zahmete değer mi bir kefere için?”
O koca sultanın ayağında gut hastalığı vardı o zaman ve sarp dağlarda, karların üzerinde atıyla giderken büyük acılar ve zahmetler çekiyordu. İşte hala yüreği buna dayanamamıştı…
Fatih, döndü ve halasına şöyle dedi:
“Bibi (hala), bizim zahmetimiz din-ü devlet içindir, i’la-yı kelimetullah içindir, şahsımız için değildir. Eğer bu zahmeti çekmezsek bize ‘gazi’ demek yalan olur!”

***

Evet, imparatorlukları “nemelazımcılık” yıkar, ama onları, bir vazife doğduğunda:
“Bunu kim yapar?” sorusunu duyar duymaz, sağına soluna bakmadan:
“Ben varım!” diyenler kurar ve yaşatır.


 
HASANKEYF / BATMAN

Bol Yumurtalı Cami
Dönemin padişahı Sultan II. Selim Mimar Sinan'a şanına yakışır bir camii inşa etmesini buyurmuş. Sinan hemen kolları sıvamış Selimiye Cami’ini yapmaya başlamış. Temeller kazılmış iskeleler kurulmuş. Çalışmalar sürerken Mimar Sinan bir gün elinde bir yumurtayla çıkagelmiş. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyormuş, aklından hesap yapıyormuş gibi bir hali varmış. Sonra eğilmiş ve yumurtayı inşaat kumuna kırmış ve başlamış karıştırmaya...Görenler şaşırmış tabii.

Bir müddet sonra:
-Tüm inşaatta bu harcı kullanacağız.
Diye buyurmuş. Sırf bu harç olayı için Edirne Karaağaç'ta bir çiftlik kurdurtmuş. 30.000 tavuğun her gün düzenli olarak yumurtaları toplanıp kumla ve kille karıştırılıp camide kullanılmış.

İnşaat hızla ilerliyormuş. Ama Mimar Sinan bir gün ortadan kaybolmuş. Her yeri aramışlar ama Mimar Sinan'ı kimse bulamamış. Tam 8 yıl sonra Mimar Sinan çıkagelmiş. Caminin kaldığı yerden devam etmesini buyurmuş.
Sultan Selim inşaatın 8 yıl beklemesine çok sinirlenmiş:
-Tez getirin Sinan'ı
diye buyruk çıkartmış.
Sultan Selim bu tüm saray efradı korkudan tir tir titriyor, Selim'in gazabından korkuyorlarmış. Mimar Sinan gayet sakin huzura çıkmış. Selim:
-Anlat.
Demiş sadece. Gözlerinden şimşekler çakıyormuş. Hazır olmasını buyurduğu celladın eli kılıcının kabzasına gitmiş. Sinan kendinden emin temelin sağlam olması için zaman gerektiğini söylemiş ve eklemiş:
-Hesaplarıma göre 8 yıl gerekiyordu.
Demiş.
Sultan Selim eliyle cellada dur işareti vermiş ve Mimar Sinan'ın dehası karşısında diyecek bir şey bulamamış.

Somuncu Baba

Türkistan'daki Buhara şehrinden yola çıkarak Mekke - Medine'yi dolaştıktan sonra 1389 yılında Bursa'ya yerleşen Muhammed Şemseddin, gösterdiği kerametlerle bir anda halkın sevgisini ve saygısını topladı.

Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Hatun'la evlenen Muhammed Şemseddin halk arasında Emir Sultan adıyla anılır oldu. O, halkı din yoluna çağırırken Padişah'ı da bazı konularda uyarıyor, O'na yardımcı oluyordu.

Bu arada, Emir Sultan'dan önce Bursa'ya gelip yerleşen ve her gün çarşıya gelip:
-Somun var müminler, somun var!
diye ekmek satan bir ulu kişi daha vardı ama halk, "Somuncu Baba" dediği bu zatın kerametlerinden habersizdi.

Günlerden bir gün, Yıldırım Bayezid'in damadı Emir Sultan hazretleri, elindeki çömlekle birlikte bu zatın fırınına çıkageldi! Ekmeklerle birlikte çömlekteki yemeğin de pişirilmesini istiyordu.

Somuncu Baba, küreğin üzerine koyduğu çömleği fırına sürmeye çalıştı ama, nafile! O küçük çömlek fırına bir türlü girmiyordu!..

Somuncu Baba, geride durup seyreden Emir Sultan'ın yüzüne baktı ve yüzünde beliren tatlı bir tebessümle konuştu: "

-Anladım... Bu işi ancak sen başarabilirsin!

Emir Sultan küreği aldı ve kolayca içeri sürmeyi başardı. Ama fırının içinde ateş yoktu ve soğuktu. Soran gözlerle ama tatlı bir tebessümle Somuncu Baba'ya baktı. Somuncu Baba yine aynı eda ile konuştu:

-Bekle... Az sonra pişer!

Karşılıklı gösterilen kerametlerden sonra iki ulu kişi birbirlerini tanıyıp dost olmuşlardı.

Niğbolu zaferinin anısına Bursa Ulu Cami'yi yaptıran Yıldırım Bayezid, açılışı damadının yapmasının uygun olacağını düşünmüştü. Cuma günü, kalabalık cemaatin önünde seslendi:

-Ya Emir! Kapıları sen aç ve cemaata vaaz edip namaz kıldır. Veli kişi olduğun için bu şeref sana aittir!

Emir Sultan cevap verdi:

-Hayır Sultanım! Bu şerefi Şeyh Ebu Hamideddin-i Aksarayi hazretlerine vermelisiniz!

-Bu zat kim ola ki?

-Belki duymuşsunuzdur Sultanım... Somuncu Baba derler bir ekmekçi koca vardır. Ulu Cami işçilerine de ekmek satmıştır. İşte bu zat O'dur!

Somuncu Baba:
-Ne ettin Emirim, bizi ele verdin!
diyerek bütün alçakgönüllülüğüyle camiyi açtı, kürsüye çıkıp vaaz ve nasihatlerde bulundu. Herkes O'na hayran olmuştu.

Rivayete göre Somuncu Baba camiin her kapısından aynı anda çıkmıştır.

KEKOVA / ANTALYA
Bre Doğan! Bre Doğan!

Kosova Meydan Savaşı'nda büyük bir bozguna uğrayan Haçlı orduları Macar Kralı Sigismund'un liderliğinde büyük bir birlik oluşturdular. Bu birliğe Avrupa devletlerinin hemen hepsi katılmıştı. 130 bin kişilik bir ordu ile Bulgaristan'a girdiler ve Doğan Bey tarafından korunan Niğbolu Kalesi'ni kuşattılar.

Durumu haber alan Yıldırım Bayezid harekete geçerek yardıma koştu. Kalenin çevresi tamamen kuşatıldığı için herkes merak içindeydi. Her ne olursa içerden bir haber alınmalı ve ona göre hareket edilmeliydi.

Bunun için kafa yoran Yıldırım Bayezid, hiç kimseye haber vermeden bu görevi kendisi yapmaya karar verdi. Gecenin karanlığından faydalanarak atını sürdü ve gitti.

Niğbolu Kalesi'nin çevresi karanlıklar içindeydi. Kaleyi kuşatan Haçlı askerlerinin yer yer yaktıkları ateşler havadaki esrarengizliği bir kat daha arttırıyordu. Yıldırım Bayezid, içki içe içe sarhoş olan devriyeler arasından geçerek kale duvarının yanına kadar geldi ve gecenin sessizliğinden yankılanan bir sesle haykırdı:

-Bre Doğan! Bre Doğan!..

Haçlıların teslim olma reddeden Doğan Bey her an tetikteydi ve meraklı bir bekleyiş içindeydi. Duyduğu bu ses merakını büsbütün arttırdı. Evet, yanılmıyordu; bu ses Sultan'ın sesiydi ama nasıl olabilirdi ki?

O ses kale duvarlarında bir defa daha yankılanınca heyecan ve sevinç içinde karşılık verdi:

-Buyur saadetlü hünkarım!

-Bre Doğan, halin nicedir?

-Halimiz gördüğün gibi Sultanım. Elimizden geleni yapar, kaleyi düşmana vermeyiz!

-Hele dayanın! İşte biz dahi geldik!..

Yıldırım Bayezid geldiği gibi geri dönerken kale içinde adeta bayram vardı. Artık moraller yerine gelmiş, düşmana karşı olan dayanma güçleri artabileceği kadar artmıştı. Ya düşman?

İçlerinde Yıldırım Bayezid'in kale duvarlarında yankılanan sesini duyanlar olmuş ama ne olduğunu anlayamamışlardı. Onlar o sırada, "Osmanlı Padişahı'nın kaçtığını" iddia ediyorlardı. İşi daha da ileri götürerek, "Mısır'daki Memluk Sultanı'na sığındığını" söyleyenler bile vardı. Durumu anladıklarında ise iş işten geçmişti. Ertesi gün Türk Ordusu, Niğbolu önlerinde dünyanın en büyük zaferlerinden birini daha kazandı.



Zimem (Veresiye) Defteri
Osmanlılar zamanında Ramazan günlerinde tebdil-i kıyafet ile, pek çok zengin, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav dükkanlarına gider, onlardan Zimem Defteri'ni (veresiye defteri) çıkarmalarını isterlerdi.
Baştan, sondan ve ortadan rastgele sahifelerin toplamını yaptırıp, miktarını ödedikten sonra;

"Bu borçları silin! Allah kabul etsin!" der, kendilerini tanıtmadan çeker giderlerdi.

Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, borçtan kimi kurtardığını bilmezdi...

Gizli verilen nafile sadakanın, açıktan verilen nafile sadakadan yetmiş kat daha sevap olduğunu bilen zevat, yardımlarını mümkün olduğunca gizliden yapmaya gayret ederdi. Ecdadımız sağ ile verdiğini, sol elinden bile
gizler, yaptıkları iyilikleri unutur giderlerdi.
 

           
Kim bu Hrisostomos!!!
Rum Başpiskoposu, II. Hrisostomos. Ne diyor bu arkadaş:
-Ankara düşmanımızdır... Türkiye işgalcidir... Vatan topraklarımızı istila ettiler..."
Böyle diyor.
Bu, II. Hrisostomos...
Bundan önceki neydi?
I. Hrisostomos'tu... Yani takmışlar Hrisostomos'a.
Aslında, gerçek isimleri değil bu... Lakapları.
Hani nasıl Ratzinger, papa olunca Benediktus ismini aldı...
Onun gibi.
Dini bir sıfatı nesilden nesile yaşatmaya çalışıyorlar...
O halde soru şudur:
Kimdir o yaşatmaya çalıştıkları "asıl Hrisostomos”?

Tarih, 15 Mayıs 1919...
Yunan ordusu, İzmir'e çıkar.
Türklerin kara günü.
İzmir'deki Rumların dini lideri, yani İzmir Metropoliti olan papaz, etekleri uçuşa uçuşa gelir... Diz çöker. Önce işgal
komutanının çizmesini öper, sonra Yunan bayrağını...
İzmir doğumludur papaz.
Babası celep.
Ama o hayvanlarla uğraşmak istememiş, Atina'ya gitmiş, dini eğitim almış, papaz cübbesi giymiş, sonra İzmir'e dönmüş, kademe kademe yükselerek, İzmir Metropoliti olmuştur.
Etekleri zil çalmaktadır o gün...
Elindeki haçı havaya kaldırır, Yunan işgal ordusunu takdis eder... Sonra da, askerlere hitaben o meşhur vaazını verir:
-Evlatlarım... Elen çocukları... Bugün, İsa'nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda, ne kadar Türk kanı döküp içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız... Ben de bir bardak Türk kanı içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım... Bütün azizler arkanızda... Hadi buyrun!
Sonra?
Sonrası malum...
Türk kıyımı başlar.
Zaten, hep bunu istemişti o papaz... Kral Konstantin'e başvurmuş, Yunan Ordusu'nu İzmir'e çağırmıştı... İtilaf Devletleri'ne yalvarmıştı, İzmir'in Yunan'a verilmesi için... Bir gün geleceklerini bildiği için de, Aya Fotini Kilisesi'nin bodrumunu silah ve cephane ile doldurmuştu... Silah ve cephane, insani yardım adı altında geliyordu sandıklarla...
Yunan Ordusu İzmir'e çıkınca, İzmir'deki Rum gençleri cesaretlendi. Gittiler Aya Fotini'ye, giydiler Yunan Ordusu'nun üniformalarını, aldılar silahlarını, daldılar Türk köylerine, yaşlısına, kadınına, çocuğuna...
Üç yıl geçti böyle.
Ve, Allah bize o günü gösterdi...
9 Eylül
O papaz, bedelini çok ağır ödedi. Linç edildi... Konak Meydanı'nda başladı hadise, Mezarlıkbaşı'nda bitti... (İzmirli
olmayanlar için belirtelim: Üç kilometre falandır o papazın parça parça edilerek, sürüklendiği mesafe.)
Hanımlar beyler...
Neydi o papazın ismi?
Hrisostomos!
Evet, bugün Kıbrıslı Rum başpiskoposların nesilden nesile yaşatmaya çalıştıkları isim işte bu...
Hrisostomos!

Bitmedi...
Gazi geldi İzmir'e. Batarya kuruldu... Hrisostomos'un Aya Fotini Kilisesi top ateşiyle yerle bir edildi... Çünkü ibadethane falan değildi orası... Resmen, Türk kanı içmeye yeminli, teşkilat merkeziydi. (İzmirliler için belirtelim: İkiçeşmelik'ten Çankaya'ya doğru in, Basmane'ye dönerken, tam köşe... Orasıydı Aya Fotini Kilisesi.)

Bitmedi...
Atina'nın kuzeyinde bir semt var, Nea Smyrna... Yani, Yeni İzmir... Yunanistan, Aya Fotini Kilisesi'nin birebir kopyasını yaptı oraya... İsmini, Aya Fotini Kilisesi koydu. Önüne de bir heykel dikti.
Bilin bakalım kimin heykeli?
Hrisostomos'un...
Altına da şu ibareyi yazdılar:
"İzmir şehidi..."

Bitmedi...
İzmir'de Montrö Kapısı'na yakın, Çocuk Hastanesi'nin karşısında küçük bir kilise var. Protestan Kilisesi'ydi... İzmir'de Hollandalı kalmadığı için, bu kilise, Rum cemaatine verildi... Sivri ve üçgen çatısıyla "Ben protestan kilisesiyim" diye bağırır... Ama Rum Ortodoks kilisesidir şu anda.
Bilin bakalım ismi ne?
Aya Fotini Kilisesi...
(Şunun altını önemle çizeyim... İzmir'de yaşayan üç beş tane Rum vatandaşımız kaldı. Bu memleketi en az benim kadar severler. Biliyorum ki, birçok Türk ve Müslüman'dan daha hayırlı yurttaşlardır. Bu vatan ne kadar benimse, en az onların da, o kadardır. Bu bilgileri vermekteki amacım, onları rencide etmek değil.)
Demem o ki.

Bu topraklarda gözü olanlar...
Hrisostomos'u unutmuyorlar.
Asla.
Yaşatmaya çalışıyorlar.
Hem ismini, hem ideallerini.

Peki biz ne yapıyoruz?
Unuttuk gitti bile.
Çanakkale’de, İzmir’de, Kıbrıs’ta kanları ile topraklarımızı sulayanları...


Albert Einstein'in Atatürk'e yazdığı mektup

Ülkemiz tarihi boyunca işçi göçü ve beyin göçü vermiştir. Hala da vermektedir. Ancak ülkemizin tarihinde öyle bir dönem var ki o dönem beyin göçü almışız. Almanya'da, Hitler karşıtı bilim adamları, Hitler’in iktidara gelişiyle birlikte görevlerinden alınmaya başlanmışlardır.
Bu bilim adamları başlıca iki ülkeyi tercih etmişlerdir.
1-ABD
2-Türkiye Cumhuriyeti...

Einstein o dönem Atatürk'e 40 bilim adamının ismini önermiş ve Atatürk çok başarılı bu bilim adamlarını Türkiye'ye davet etmiştir. Ve bu 40 bilim adamı İstanbul Üniversitesi ve Ankara DTCF'de görev alarak, ülkemizde modern bilimin ve üniversitenin başlamasına diğer Türk bilim adamları ile birlikte öncülük etmişlerdir. İşte ülkemizin tarihte aldığı en büyük beyin göçünün hikayesi... Aşağıda Einstein'in Atatürk'e bu konu ile ilgili olarak yazdığı mektup vardır. Bu mektup bugün, Başbakanlığa bağlı Cumhuriyet Arşivi’nde bulunmaktadır. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü ve Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey'in imzalarıyla...

           

            Ekselansları Atatürk

OSE Dünya Birliği'nin şeref başkanı olarak, Almanya'dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye'de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya'da halen yürürlükte olan yasalar nedeni ile mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler.

Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda müracaat arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.

Ekselanslarının sadık hizmetkarı olmaktan şeref duyan
Prof. Albert Einstein

Kaynak: VikiKaynak, özgür ansiklopedi


Atatürk’ten Torpil

Yıl 1934, o donemde Milli Eğitim Bakanlığı Ulus'tadır. Bakan ise Niğdeli Abidin
Özmen’dir. Bakan, makamında çalışmaktadır.
Kapı çalınır. Bakan gür sesi ile:
-Giriniz! der
Atatürk'ün yaverlerinden biri, yanında iki çocukla makama girerler. Hoş beşten sonra
yaver, Bakan Abidin Özmen’e bir zarf uzatır. Bakan konuklara yer gösterir ve zarfı açar. Atatürk'ten gelen bir mektuptur bu:
Bay Abidin Özmen, Milli Eğitim Bakanı...
Abidin Özmen zarfı özenle açar ve mektubu dikkatle okur:
-Yaver Beyle, size iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderiyorum. Bu çocukları, uygun göreceğiniz bir liseye (parasız yatılı olarak) kaydını yaptırıp...
Bu, Atatürk'ün bir emridir. Kesinlikle yerine getirilecektir. Bakan Abidin Özmen, Orta Öğretim Genel Müdürü'nü çağırtır ve şu direktifi verir:
-Yaver Bey'in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alını ve bu çocukları Haydarpaşa
Lisesi'ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı
makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Atatürk'ün ismini yazdırarak bana getiriniz, der.
Bakanın emri yerine getirilmiştir. Abidin Özmen de kısa bir mektup yazarak Yaver Bey'le Atatürk'e yollar.
Mektubun içeriği şöyle:
-Muhterem Atatürk, Yaver Bey ile göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi
aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için; bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem
yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte takdim ediyorum...
Atatürk bu mektup üzerine, devrin Başbakanı İsmet İnönü'ye telefon ederek:
-Bak, senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı, diyerek olayı anlatmış.
İnönü, Bakan'ı adına özür dilemiş.
Atatürk:
-Yok! özür dileme. Çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu medeni
cesarete sahip olabilse ve doğruyu gösterebilse...demiş...
( Bu anı Yüksek Mimar H.Rahmi Özmen’in amcası, M.E.B. Bakanı Abidin Özmen ve
Atatürk arasında geçer. Tarihi değeri olan ve hiç bir yerde yayımlanmayan bu anının unutulup gitmesine gönlü razı olmayan Bakanın yeğeni H.Rahmi Özmen 15.08.1985
Günlü bir mektupla gazeteci yazar Vahap Okay'a iletir. O da 15.09.1985 tarihli KOLAY İLAN adlı gazetesinde yayımlar. Bu kaynaktan alınmadır.)




Yavuz ve Zembilli
Heybetiyle cihan Padişahlarını ürküten, dünyayı iki hükümdara dar bulan, fermanlarıyla yürekleri titreten Yavuz Sultan Selim, bir İslam alimi önünde boyun bükmüş, Allah huzurunda hesap verememe endişesiyle kendi fermanını yırtmış ve bu olayın ders olması için dilden dile aktarılmıştır…
Bu ibret alınacak hadisenin içeriği şöyle hikayeleştirilir…
Yavuz Sultan Selim Edirne'ye gidiyordu.
Belli bir yere kadar padişahı yolcu ettikten sonra geri dönerken, devrin müftüsü Zembilli Ali Efendi, elleri arkasına bağlanmış 400 kişiye rastladı.
Bunlar padişahın ipek ticaretini yasaklamasına rağmen ferman dinlemeyen tüccarlar olup, hepsi de idama mahkum edilmişti. Bunu duyan müftü efendi atını geri çevirip sürdü.
Padişahın arkasından yetişti, her ikisi de at üzerindeydi.
Zembilli söze başlayıp dedi ki:
-Padişahım! Gördüm ki bazı adamlar bağlamışlar… Eğer muradınız katl ise indallah helal değildir.
Yavuz Selim Han işine müdahale edilmesine çok sinirlendi, beti - benzi attı.
-Mevlana! Nizam-ı Alem için insanların üçte birini katletmek helal değil midir? diye sordu.
Müftü efendi:
-Helaldir amma, cihanın işleri bozulup, fitneler çıktığı zaman helaldir. diye karşılık verdi.
Yavuz daha çok öfkelenerek, kendi emrine muhalefet etmenin en büyük fitne olduğunu söylediyse de şeyhülislam, meselenin hiç de öyle olmadığını izaha çalıştı.
Bu ısrar Yavuz'u sakinleştireceği yerde büsbütün celallendirdi ve:
-Ben sana dedim ya, saltanat işlerine karışmak senin vazifen değildir! diye çıkıştı.
Zembilli Ali efendi de asabileşmişti:
-Sultanım, bu ahiret işidir. Buna karışmak benim vazifemdir. Eğer affederseniz, kurtulursunuz. Aksi halde büyük bir ilahi cezaya müstahak olursunuz, diyerek selam bile vermeden padişahın huzurundan ayrıldı.
Sultan Selim bir müddet olduğu yerde kalıp, düşünceye daldı.
Devlet erkanı, atlarının üstünde hayret ve dehşet içinde bekleşiyordu.
Yavuz Sultan, suçluların hepsini bağışladı.
Sonrada şeyhülislam Zembilli’ye bir mektup göndererek:
-Anadolu ve Rumeli kazaskerliğini birleştirip, sana verdim. Bildim ki cümle sözünde hak üzeresin, dedi.
(Osmanlı Asırları-S.Ayverdi.)





Yavuz Sultan Selim'in Büyük İdeali

Yeniçerilerin saygısız bazı davranışları, en olmadık zamanda yaptıkları taşkınlıklar Yavuz'u bunaltıyor, canını sıkıyor ve zor durumda bırakıyordu..
Aldığı sert tedbirlerle suçluları derhal cezalandırmak onun gönlünü sakinleştirmiyordu.
Yavuz Padişah, kendi buyruklarına kayıtsız - şartsız bağlı bir orduyla İslam’ı cihana yaymak istiyordu.
Nihayet bir gün yeniçeri ileri gelenlerini huzura çağırarak şunları söyledi:
-Muradınız bu itaatsizlikte devam etmekse haber verin, şimdi nefsimi hükümetten men edeyim. Ben bu saltanatı mücerret İslam'a hizmet için babamın elinden aldım ve İslah-ı alem uğruna birader ve birader zadelerimi feda eyledim. Biat teklif ettim, kabul ettiniz. Ben uykularımı, rahat ve huzurumu terk ile din-i mübinin teyidine uğraşıyorum. Eğer İslam'ı ihya etmek maksadınız değilse, benim de nefsü'l-emir de saltanata kat'a hevesim yoktur.

(Osmanlı Asırları-S.Ayverdi.)
Osmanlı Korkusu
1534 yılında Viyana'daki St. Stephen Katedrali'nde Osmanlı Akıncılarını gözlemesi ve Akıncıları görünce çan çalarak haber vermesi için bir memuriyet kuruldu.
Bu memuriyet Viyana Belediye Meclisi'nce:
"Artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından böyle bir memuriyete gerek yoktur."
denilerek ancak 1956 yılında (tam 422 yıl sonra) iptal edilmiştir

COŞKUN CÜNEDİOGLU
Tavla

Eski zamanlarda Hint imparatoru, satranç oyununu yanında bir mektup ile hediye olarak Pers imparatoruna göndermiştir. Mektubunda oyunla ilgili hiç bir açıklama yapmazken şöyle bir mesaj yazmıştır:

"Kim daha çok düşünüyor,
Kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi görüyorsa
O kazanır.
İşte hayat budur...”

Pers imparatoru dönemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint imparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister.
Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve oyunu çözer, daha sonra da on günde tavlayı icat eder ve imparatora sunar.
Pers imparatorunun baş veziri Buzur Mehir tarafından 1400 yıl önce tasarlanan tavla oyunu; dünyanın en popüler oyunlarından biridir.

Zaman kavramından alınan ilhamla tasarlanan oyunun zamana
böylesine direnmesi son derece etkileyici.
Senenin birliği olarak tavla bir tanedir.
4 köşesi 4 mevsimi,
tavlanın içindeki karşılıklı 6'şar hane 12 ayı,
pulların toplamı ayın 30 gününü,
siyah-beyaz pullar gece ve gündüzü,
karşılıklı 12'şer hane günün 24 saatini simgeler...

Hint imparatoruna satranca karşılık olmak üzere tasarlanan tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere şöyle bir mesaj hazırlanır :

"Evet,
Kim daha çok düşünüyor,
Kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi görüyorsa
O kazanır.
AMA BIRAZ DA ŞANS GEREKİR.
İşte hayat budur..."



Ahde Vefa


Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler. Derler ki:
-Ey halife, bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü. Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri doğu mu diye sorar.
Suçlanan genç der ki:
-Evet doğru.
Bu söz üzerine Hz Ömer anlat bakalım nasıl oldu diye sorar:
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar:
-Ben bulunduğum kasabada hali vakti yerinde olan bir insanım, ailemle beraber gezmeye çıktık, kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Affedersiniz hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki gören bir defa daha bakıyor. Hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım; arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı, atım oracıkta öldü. Nefsime bu durum ağır geldi, ben
de bir taş attım, babası öldü. Kaçmak istedim fakat arkadaşlar beni yakaladı, durum bundan ibaret.
Bu söz üzerine Hz Ömer:
-Söyleyecek bir şey yok, bu suçun cezası idam. Madem suçunu da kabul ettin, dedi.
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim bir özrüm var, diyerek konuşmaya başladı.
-Ben memleketinde zengin bir insanım, babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı. Gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah indinde sorumlu olursunuz. Bana üç gün izin
verirseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim. Bu üç gün için de yerime birini bulurum, der.
Hz. Ömer dayanamaz der ki:
-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalır ki?!
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar, der ki:
-Bu zat benim yerime kalır.
O zat Hz. Peygamber Efendimizin en iyi arkadaşlarından, Amr İbni As'dan başkası değildir.
Hz.Ömer Amr'a dönerek:
-Ey Amr, delikanlıyı duydun, der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefilim" der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur.
Medine'nin ileri gelenleri Hz. Ömer'e çıkarak gencin gelmeyeceği, dolayısıyla Amr İbni As'a verilecek idam yerine maktulün diyetini vermeyi teklif ederler. Fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler.
Hz. Ömer kendinden beklenen cevabı verir der ki:
-Bu kefil babam olsa fark etmez, cezayı infaz ederim.
Amr İbni As ise tam bir teslimiyet içerisinde der ki:
-Biz de sözümün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür. Hz. Ömer gence dönerek der ki:
-Evladım gelmeme gibi önemli bir nedenin vardı neden geldin?
Genç vakurla başını kaldırır ve (günümüz insanı için pek de önemli olmayan):
-AHDE VEFASIZLIK ETTİ, demeyesiniz diye geldim der.
Hz.Ömer başını bu defa çevirir ve Amr İbni As'a der ki:
-Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu onun yerine kefil oldun.
Amr İbni As, vakurla kanımızı donduracak bir cevap verir:
-Bu kadar insanin içerisinden beni seçti. İNSANLIK ÖLDÜ, dedirtmemek için kabul ettim, der.
Sıra gençlere gelir, derler ki:
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz.
Bu sözün üzerine Hz Ömer:
-Ne oldu, biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz, ne oldu da vazgeçiyorsunuz?,der.
Gençlerin cevabı da dehşetlidir:
-MERHAMETLİ İNSAN KALMADI, demeyesiniz diye..
 
Anzaklı Ömer’in Hikayesi

Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara hatırlatmak için, Türk olmanın tadına varmak için, lütfen okuyun.

Bu hakiki hikayeyi aktaran, Sayın Dr. Ömer Musluoğlu 85 yaşındadır ve halen MODA/ İstanbul'da oturmaktadır.

Anzaklı Ömer'in Hikayesi 1957 Yılında İstanbul TIP Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu, görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar... New York'ta Medical Center Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler..
Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine,
tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..
-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız? dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı... Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasında bir işaret yaptı.
Ama ben hala merak ediyorum.
-Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
-Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
Ben yine ısrarla:
-Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet, Türküm...
İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.
Anlatmaya başladı:
-Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de... Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı.
Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda... Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık...
Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup MISIR'a getirdiler. Orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık.
Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.
Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar...
Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..
Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya...
Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar.
İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu...
Dedim ki kendi kendime:
-Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler...
Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı.
Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum...
Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce...
Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm.
İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte...
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:
-Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi.
Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden yine bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türk ile karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle:
-Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
-Ömer, cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu:
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben:
-Evet, Müslüman adı, deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi.
Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
-Olsun, dedim.
-Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti.
Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş...
-Tabii, dedim.. Müslüman olmak çok kolay.
Sonra kendisine imanın ve İslam'ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şehadet getiriyor, hem de ağlıyordu...
Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş.
Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor,
biz de tedavisiyle ilgileniyorduk.
Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti:
-Beni yalnız bırakma olur mu?
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun.
O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparloründen bir anons duydum:
-Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.
Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i sehadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...

Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.
Ne yalan söyleyeyim, ağladım...
Atatürk Hakkında Bilmedikleriniz...

*Atatürk`ün dünyada `başöğretmen' sıfatlı tek lider olduğunu,

*Bir geometri kitabı yazdığını,

*Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin (Türkçe) isim babasının bizzat Mustafa Kemal olduğunu,

*Norveççe`de `Atatürk gibi olmak` diye bir deyim olduğunu.

''Atatürk'' çiçeği'nin adını, çiçeği bulan Wanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk Landın`in koyduğunu ve bu çiçeğin tüm dünyada bu isimle üretilip satıldığını,

*Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*''Mimber'' adında bir gazete çıkarttığını ve 52 sayı yayımlanan gazetede ilk defa sansür kelimesi geçtiğini,

*Kurtuluş Savaşı’nda rütbe alan bir çok kadın askerlerimizin olduğu, dünya tarihine geçen tek bir üsteğmenimizin olduğunu, Üst teğmen Kara Fatma'nın 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin reisliğine bizzat Atatürk tarafından atanmış olduğunu,

*Bir röportajda Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?" diye sorulduğunda "Şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için, davet gelirse düşünürüz" dediğini ve bunun üzerine BM yasasının değiştirildiğini ve üyeliğe davet edilen ilk ülkenin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu,

*1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

*1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;
"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

*1996'da Haiti Cumhurbaşkanının vasiyetinde, mezar taşına yazılmasını istediği metinde; "Bütün ömrüm boyunca Türkiye'nin lideri Mustafa Kemal Atatürk'ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm" yazdığını,

*2000'de ABD Başkanı'nın milenyum mesajında; '' Milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk'tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir" denildiğini,


*2005'de Amerika'nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Johns`un önerisinin "Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk'ü örnek alsın yeter" olduğunu,


*2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini,


BİLİYOR MUYDUNUZ!!!
Padişahların Günlük Hayatları Programlıydı

Padişahların günlük vakitleri ve programları genellikle 24 saatin üç saati ibadet ve Kuran okumaya, iki saati tarih ve benzeri kitaplar okumaya, dört saati memleketin meselelerini vezirleri ve diğer müşavirleri ile görüşmeye, altı saati gezmeye ve avlanmaya ve benzeri gezintilere, dokuz saati de ailesi ile beraber olmaya ve uykuya ayrılmıştı.


Osmanlı’yı Cihan Devleti Yapan 150 Sır, Ali Karaçam
Süleymaniye Camii İmamı’nda Aranacak Vasıflar

1600’lü yıllarda Süleymaniye Camii imamında aranacak vasıfların bir kısmı şunlardı:

+İslami ve pozitif bilimleri, Arapça ve Farsça’yı mükemmel bilecektir. Ayrıca Latince’yi de bilmesi gerekmektedir.

+İslam’ın yüce gerçeğini ortaya koyabilmesi için mukayeseli dinler ve dinler tarihini bilecektir.

+Ata binecek, idman yapacak, sportmen olacak, sıhhatli ve yakışıklı olacak.

+Güzel giyinecek, evli hem de kendine denk güzel bir hanımla evli olacak.
 
YalancıŞahitliğin Cezası

Olayların çözümlenmesinde şahitlik önemlidir. Bazı insanlar zaafiyet gösterip yalancı şahitlik yapabilmektedirler. Bu durum ise vakaların doğru çözümlenmesine mani olmaktadır. İşte bundan dolayı adalete son derece ehemmiyet veren Osmanlı, yalancı şahitliği önleyebilmek için bazı tedbirler almıştır.

Yalancı şehadeti tespit edilen şahıs kadının emri ile muhzırlar (adli polis) tarafından uyuz bir eşeğe bindirilmekte, suçunu bağıran bir tellağın eşliğinde, bulunduğu şehrin caddelerinde dolaştırılıp teşhir edildikten sonra serbest bırakılmaktaydı. Böyle bir şahıs, hayatının sonuna kadar şahitlik etmek hakkını kaybetmekteydi.

Şehadeti devlet güvenliğini ilgilendiren bir mevzuda hapsedilmekte, padişahın şahsını ilgilendiren bir mevzuda ise, idam edilmekteydi.

Görüldüğü gibi yalancı şahitliğin cezası oldukça ağırdı. Bu cezalar caydırıcı özelliği ile yalancı şahitlerin sayısını azaltmış, böylece verilen mahkeme kararları güvenli olmuştur.
Doğdular, yaşadılar ve öldüler...

Bir zamanlar doğuda çok akıllı ve bilgili bir hükümdar varmış.
Bu hükümdar, yeryüzünde yaşayan insanlara ilişkin her şeyi bilmek
istiyormuş.
Vezirlerini yanına çağırmış ve:
-Bana dünyadaki tüm ulusların tarihini yazın, geçmişte ve şimdi nasıl
yasadıklarını, hangi savaşlara katıldıklarını ve çeşitli ülkelerde gelişmiş iş ve
sanat kollarını anlatın!" diye buyurmuş.
Ve onlara beş yıl süre tanımış.
Vezirler önünde saygıyla eğilmişler.
Sonra krallıktaki akıllı adamların en akıllılarını bir araya toplamışlar ve
hükümdarlarının dileğini iletmişler.
Beş yıl sonra vezirler sarayda tekrar toplanmışlar.
-Büyük hükümdarım, dileğiniz yerine getirildi! Dışarıya bakarsanız
isteğinizin karşılandığını görürsünüz... demişler.
Hükümdar hayretle gözlerini açmış. Sarayın önünde sonu ufukta kaybolan bir
deve kervanı duruyormuş. Her devenin sırtında iki dev heybe ve her heybenin
içinde de, marokenle güzelce kaplanmış on büyük cilt varmış.
-Bu nedir? diye sormuş hükümdar.
-Bu dünya tarihidir, diye yanıtlamış vezirler.
-Buyruğunuz üstüne bilge kişiler beş yıl durmadan çalıştılar!
-Benimle alay mı ediyorsunuz? diye kükremiş kral.
-Ömrüm bunların onda birini bile okumaya yetmez! Söyleyin kısa bir tarih yazsınlar. Ama tüm önemli olayları içersin.
Ve onlara bir yıl daha süre vermiş.
Bir yıl geçmiş ve yine kervan sarayın önünde durmuş. Bu kez yalnızca on
deve boyundaymış ve her devenin sırtında iki heybe, bunların içinde de on cilt
kitap varmış.
Kral çok öfkelenmiş.
-Bugüne kadar tüm ulusların yaşadığı yalnızca en önemli olayları
yazmalarını söyleyin onlara. Ne kadar süre isterler?
Akıllı adamların en akıllısı öne çıkmış ve:
-Yarın efendim. İsteğinize yarın kavuşacaksınız, demiş.
-Yarın? diye yinelemiş hükümdar şaşkınlıkla.
-Çok iyi. Ama beni aldatıyorsanız başınızı yitireceksiniz!
.Sonunda mavi gökyüzünde güneş yükselmiş, uyku çiçekleri tüm
büyüleyicilikleriyle açmışlar ve hükümdar bilge kişiyi yanına çağırtmış.
Yaşlı bilge elinde ufacık bir tahta kutuyla içeri girmiş.
-Ey ulu hükümdarım, tüm insanlık tarihinde yaşanmış en önemli olayları
burada bulacaksınız, demiş kısık bir sesle.
Kral kutuyu açmış. Kadife bir yastık üstünde küçük bir parça parşömen
duruyormuş. Ve orada tek bir cümle yazılıymış:
"Doğdular, yaşadılar ve öldüler."
İstanbul’daki Büyülü Şeyler

Bir zamanlar Ayasofya’nın güney tarafında, dört mermer sütun üzerine dört büyük meleğin resmi yapılmış. Bunlar dört ayrı bölüme bakarmış. Yılda bir kere Cebrail’i gösteren resim kanat çırpıp bağırınca, doğu bölgelerinde bolluk olur, derlermiş. İsrafil resmi kanat çırparsa, batıda kıtlık olurmuş. Mikail resmi kanat çırparsa, kuzey bölgelerinde bir kahraman çıkarmış. Azrail resmi kanat çırparsa, dünyanın her yerinde veba hastalığının çıkacağına inanılırmış. Hz.Peygamber’in doğduğu gece bir mucize olarak meydana gelen depremde sütunlar yıkılıp yerle bir olmuş.

Seyahatname’den Seçmeler (Evliya Çelebi)
Zakiri Efendi

Zakiri Efendi, Mustafa Han devrinde hatip olur. Bir gün minarede öğle ezanı okurken bir çavlak kuşu sarığını kaptığı gibi minarenin tepesine, alemin üzerine bırakır. Sarık orada bir hafta kalır. Olayı Mustafa Han’a anlatır. O gece beraberce dua ederler. Sonra Mustafa Han bir kese altın verip:
-Al, şununla borcunu öde. Kalanı ile de ölüm hazırlıkları yap. Kefenini filan al, der.
O gece fırtına çıkar. Sarık yere düşer. Ama ertesi gün Zakiri Efendi dünyasını değiştirmiştir.


Seyahatname’den Seçmeler (Evliya Çelebi)
Türk Bayrağı Neden Kırmızı Zemindedir?

Osmanlı 15. yüzyılda padişah bayrağı olan ulusal bayrakta kırmızı rengi yeğlemiştir. Neden kırmızı? Kırmızı denince çoğu insanın aklına “ kan” gelir. (Deneyebilirsiniz.).
Kan sözcüğünün anlamı sadece insan ve hayvanların damarlarında bulunan ve canlı kalmasını sağlayan kırmızı bir sıvı değildir. Bundan yola çıkarak; düşmanlık, intikam, kavga, savaş, kurban, ırk gibi anlamlara da gelir. Kan sözcüğüyle oluşturulmuş deyimlerimiz buraya almayacağım kadar çoktur. Örneğin “kansız” sıfatı, korkak, dönek, güvenilmez, soysuz, aşağılık anlamlarında mecazi olarak kullanılır. Tüm bu anlamları bir araya getirelim ve Divan-ı Lügati’t-Türk’te al renkli bayrağın savaş bayrağı anlamına geldiğini de biliyorsak; Türk bayrağının renginin neden kırmızı olduğunu anlayabiliriz. Bayrak önceleri savaşlarda kullanılırdı. Tanzimat’a kadar bayrak fetih, savaş ve zafer simgesi olarak kullanıldı. Tanzimat’tan sonra, ulusal bağımsızlığın, yurtseverliğin simgesi olarak algılandı.
Savaşta düşmanın manevi olarak gücünü kırmak çok önemlidir. Türk bayrağındaki kırmızı hem düşmanın kanını almayı simgeler hem de bu kan alınırken kan akıtmaktan kaçınılmayacağını…Şairin dediği gibi: “ Bayrakları bayrak yapan, üstündeki kandır! Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Aslında mesaj şudur: “Senin kanını almaya geldim. Bunun için kanımı akıtmaya hazırım.”
Savaşlarda psikolojik direnç kırma yöntemleri vardır. Kırmızı renk bilimsel araştırmalara göre rahatsız edici, huzursuzluğu artırıcı, yorucu bir renk olarak kabul görür. Ben de düşmanlarımızın bu rengi görünce rahatsız olduklarına, huzursuz olduklarına inanıyorum. Sizce de göndere çekildiğinde (diğer ülkelerin bayraklarıyla beraber) bayrağımız görüntü olarak onların bayraklarını sıradan bırakmıyor mu? Amaç düşmanı rahatsız etmekse bunu en iyi başaran bizim bayrağımızdır. İçimizden bazıları da bundan rahatsız oluyorsa; onlar bizden değildir, düşmandır…
NOT: Daha önceki devirlerde ya da günümüzde başka ulusların da kırmızı rengi bayraklarında kullanması hiçbir şey ifade etmez; çünkü “ O benimdir, o benim milletimindir ancak!”
Örnek olarak, İran’da egemenlik kuran Türk Kaçar hanedanı daha sonra İran bayrağının özünü oluşturacak olan çatallı kılıç, aslan ve güneş simgelerinin bulunduğu bayrağı geliştirmişti. İranlıların bir dönem bu bayrağın simgelerini şu ya da bu nedenle kullanmaları İran bayrağının İranlılara ait olduğu gerçeğini değiştirmez.

Türk Bayrağındaki ay-yıldızın yorumu:
Tartışmalarda en çok ay- yıldız üzerinde duruluyor. Bu simgelerin daha önce Bizanslılar tarafından kullanıldığı söylenerek sözde Türk Bayrağının Bizanslılardan alındığı ispatlanmaya çalışılmış. Bizanslıların bu simgeleri kullanıyor olması şaşırtıcı değil ki.
Ay yıldızın kökeni Bizanslılardan çok önceye dayanır. Hatta insanlık tarihi kadar eskidir. İşin en güzel yanı bu simgeleri Türkler kullandıktan sonra İslam ülkeleri bu simgeleri benimseyerek kendileri de kullanmışlardır; ancak Osmanlı ve Türk düşmanı ülkelerse özellikle ay ve yıldız simgelerinden uzaklaşmışlardır.
Demem odur ki bu simgeler artık bizim, Türk’ün simgesi olmuştur. Viyana kapılarına dayanan Osmanlı’nın korkusunu hala yaşayan Avusturya’da hilal çörekler yapılarak sözde hilalin yeneceği ima edilmiştir. Bu korku, bu nefret nedendir bilinmez; ama bizim kimseden çekinecek, hassasiyet gösterecek komplekslerimiz yoktur.
Yıldız simgesi insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanoğlu kozmik sırlara erişemedikçe, onlara kendince manalar yüklemiştir. “ Mu” ya “Atlantis”e dayandırılan veya eski Mısır uygarlığına uzanan sekiz köşeli yıldızı Selçuklu mimarisinde de görebiliyoruz. Beş köşeli yıldızın da ateş, su, toprak ve havadan oluşan insanı simgelediği veya insandaki beş duyuyu temsil ettiği söylene durur.
Bazı uygarlıklarda da beş köşeli yıldız, bütün varlıklardaki dişiyi temsil ediyormuş. İslam’a göre, beş sayısı Zuhal ( Satürn) gezegenini temsil ediyormuş. Birçok uygarlıkta da yıldız simgesi köşe sayıları fark etmeksizin “adalet”i temsil ediyor. Demek ki yıldız simgesini kullanan uygarlıklar bunlara çeşitli manalar yüklemişlerdir. Buraya kadar tamam; ama Türk bayrağındaki yıldızın anlamı başkadır.
Türk edebiyatında “yıldız”; gelecek, üstün başarı, isim yapma, talih, şans,
erişilmez olma… anlamlarında kullanılır. Türk Bayrağındaki yıldız da Türk milletinin parlak geleceğinin simgesidir. Türk milletinin talihi bir yıldız gibi parlayacaktır, bu yıldız hiçbir zaman yok olmayacaktır.Türk milletinin üstün başarıları vardır (Şimdi bile mesela yıldız sporcu vb. sözleri kullanmıyor muyuz? ) ve bu başarılar hep sürecektir anlamları vardır. Önemli olan aynı simgeyi farklı toplumların farklı anlamlarda kullanmasıdır. Aynı simgeyi, birden fazla ülkenin aynı anlamda kullanması bile neyi değiştirir ki? Her milletin kültürü kendine özgü özellikler taşır. Ama her kültürün de başka kültürlerle benzer yönleri vardır. Türk Bayrağının Kosova Savaşları sırasında oluştuğunu söylemek ne kadar ispatlanamaz bir durumsa, aksini de ispatlamak zordur.
“Bizanslılar daha önce ay yılız simgesini kullanıyorlardı, o zaman biz bayrağımızda bu simgeleri kullanmayalım” demek saçmalıktır. İstanbul şehri eskiden Bizanslılarındı; öyleyse bugün orda yaşamayalım demek gibi bir şey bu. Eskiden neyse neydi; bugün bir Türk şehridir ve bizimdir.
Gelelim Ay sembolüne… Şöyle başlamak isterim ki Ay sembolü İslam ile çok özdeştir görülse de İslamiyet öncesinde de kullanılmıştır. Bu çok normal değil mi? İnsanoğlu ilk insandan beri gökyüzüne baktığında Ay’ı ve yıldızları görmüştür. Erişemediği bu uydu ve yıldızlara( güneş) de dahil çeşitli anlamlar yüklemiştir. Ve insanlar onlarla ilgilenmiştir. Aksi mümkün değildi zaten. Bunda garipsenecek ne var? Bakın ben daha garip bir şey söyleyeyim. Haç, Hıristiyanlıktan daha önce Mısırlılar tarafından kullanılmış, insan vücudunu simgeleyen bir semboldür. Şimdi biz Hıristiyanlar Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi
simgesi yerine; Mısırlılardan alıntı yaptıkları için haç kullanıyorlar mı diyeceğiz?
“Hilal” sözcüğünün tıpkı “ Allah” gibi ebced hesabıyla rakam olarak toplamı 66’dır. Bu nedenle İslam düşüncesinde önemsenir. Ay’ın dünya etrafında on iki defa dönmesi hicri takvime göre bir yıldır. Kuran’da da ayların sayısının on iki olduğu açıkça söylenir ( et- Tevbe, 9/36). Hilalin görünmesi, Ramazan’ın başlangıcıdır. Ayrıca Kuran’da (Kamer suresinde) Hz. Muhammed’in Ay’ı ikiye bölmesinden söz edilir. Peygamberimizin bir mucizesidir bu olay. Ona inanmayanlara ibret olarak gösterdiği bir mucize…
Tüm bunlardan da anlaşıldığı üzre İslam’da Ay’ın ve hilalin önemi vardır. Zaten hilal sembolünü en fazla kullananlar Müslümanlardır. Türk Bayrağındaki ay, tamamiyle İslami referanslıdır.
Atatürk ve sakal meselesi

Atatürk Amasya ziyaretinde Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile
sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri.
Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün
dikkatini çeker.
Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar:
-Kimdir bu?
Vali yanıt verir:
-Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.
Atatürk Şıh'ı yanına çağırır ve:
-Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber Efendimizinki gibi kısaltsan, der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir.
Şıh:
-Emrin olur Paşam, diyerek yerine çekilir.
Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya'daki Şıh'ı hatırlar ve valiyi telefonla arayıp durumu sorar.Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır.
Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazırını çağırıp,yazdığı yazıyı Amasya Valiliği'ne tebliğ etmesini ister.
Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış...
Şıh gelir Ata'nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş,sinekkaydı bir
tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür.
Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar:
-Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de
kökünden kesmesini sağladınız?
Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp:
-Dün akşam Amasya Valiliği'ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali
atadığımı bildirdim, der.
Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini
söyler.
Yazıda söyle yazmaktadır:
-İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene
gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın
başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir
ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...
Padişahların Tılsımlı Gömlekleri
Osmanlı sultanlarının ayet, hadis ve sembollerle süslü her biri üç-dört yılda dokunan ‘tılsımlı gömlekler’inin sırrı hâlâ çözülemiyor. Uzmanlar, gömleklere işlenen şifrelerin Osmanlı tarihine ışık tutacağına inanıyor. Osmanlı padişahlarının savaşta galip gelmek, nazardan korunmak ve şifa bulmak için giyindikleri tılsımlı gömleklerin üzerindeki harf ve rakamların işaret ettiği anlam şimdilik bir sır.
Üstelik çözülemeyen yalnızca şifreler değil, kumaşların nasıl olup da 8 bin çözgü ipiyle dokunduğu da anlaşılabilmiş değil.
Gömleklerin şifresini ve dokuma tekniğinde kullanılan formülü bulmak ise merak tatmininden daha öte bir anlam taşıyor. Amaç, ‘altın oran’ı Türk tekstilinin hizmetinde kullanmak.Tılsımlı sultan gömlekleri, ayet ve duaları tespit eden bir alim, işe başlamak için ‘eşref saati’ni hesaplayan müneccim ve sonunda gömleği bezeyen nakkaşların ortak ürünü. Kumaşlar çoğunlukla o zamanki adıyla Tonguzlu olan Denizli’den getiriliyor saraya. Denizli’nin kaliteli pamuğundan dokunan bezler, iç giyimi olarak tasarlanan tılsımlı gömlekler için bire bir. Hattatların kağıdı terbiye etmek için kullandığı aharlama yöntemiyle yazıya elverişli hale getirilen kumaşlar nakkaşlar atölyesinde işlenmiş. Bir gömlek üzerinde 3-4 yıl uğraşan hattatlar için meçhul kahramanlar yakıştırması yerinde olur; çünkü gömleklerin pek azında kimin tarafından yapıldığı yazılı.
1978 yılından bu yana Topkapı Sarayı Müzesi’nde Osmanlı tekstili ve padişah giysileri üzerine çalışan Doç. Dr. Hülya Tezcan, tılsımlı gömlekleri grafik sanatının zirvesi olarak tanımlıyor. Gömleklerin üzerine celi, sülüs, kufi yazıyla işlenen ayetler ve dualar kare, yıldız gibi geometrik şekillerin ya da Kadem-i Saadet, Süleyman Mührü, Zülfikâr, lale gibi anlamlı motiflerin içine yazılmış. 15-20. yüzyıl arasında hazırlanan padişah giysilerini içeren saray koleksiyonunda Peygamber Efendimizin nübüvvet mührü, Hilye-i Şerif ve O’nun için yazılan Kaside-i Bürde’yle bezenmiş dört gömlek yer alıyor. Ancak diğer gömlekler üzerinde de yine Peygamberimize ait Kadem-i Saadet ve Nalın-ı Saadet motifleri kullanılmış.
Tılsımlı gömlekler üzerinde sıkça yer alan iki motif ise Hz. Ali’nin ucu çatallı kılıcı ‘Zülfikâr’ ve çoğunlukla Musevi inancıyla bağdaştırılan Süleyman Mührü. Hülya Tezcan, gömleklerde Süleyman Mührü’nün saltanatın ebediyetini temsilen kullanıldığını ve Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali isimlerinin çoğunlukla bir arada anıldığını tespit etmiş. Koleksiyonun en eski tarihli gömleği Şehzade Cem’e ait. Üzerinde 1477-1480 yılları arasında yapıldığına dair bir not bulunan gömlek ihtimal ki, 18 Temmuz 1482’de Anamur açıklarında şövalyelerin gemisine binerek Rodos’a hareket eden Cem Sultan’ın üzerindeydi. Talihsiz şehzade, saltanat yarışından galip çıkması için giydiği tılsımlı gömleğe rağmen Rodos’ta esir alındı. Cem’in gömleği şimdi Topkapı Sarayı koleksiyonunda. Ancak Viyana kuşatmasında bozguna uğrayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın gömleğinin hâlâ Viyana’da bir manastırda olduğu tahmin ediliyor.
Hülya Tezcan, Osmanlı tarihinin tılsımlı gömlekler üzerinden okunabileceğini söylüyor. Nitekim 2. Selim’e Hürrem Sultan tarafından diktirilen gömlek yalnızca Selim ve Bayezıd arasındaki taht mücadelesini değil, Rüstem Paşa’nın entrikalarıyla boğdurulan Şehzade Mustafa’nın hazin sonunu da anlatır. Sultan 3. Murat’a ait gömlekte ise Konya Mevlevihanesi’ni kuran Şeyh Sinaneddin Dede’nin padişahlarla kurduğu iletişimi görmek mümkün. Sinaneddin Dede sadece gömleği yapan kişi değil, doğu seferine çıkarken elini öpüp hatırını soran Yavuz Sultan Selim’e; “Seferden zaferle döneceksin; benim senden tek isteğim dergâha yardım etmendir.” diyen ilginç bir kişilik.Yavuz hakikaten savaştan zaferle dönüyor ve Konya Mevlevihanesi’ni yapmaya başlıyor. Yavuz’dan sonra Kanuni ve 2. Selim dönemlerini de gören Şeyh Sınaneddin Dede’nin ömrünün son demlerinde 3. Murat’a hediye ettiği tılsımlı gömlek saraya bir teşekkür babında. Yine aynı sultana ait gömleklerden biri ‘Oğlum, aslanım.’ diye başlayan kitabesiyle diğerlerinden ayrılıyor. Oğluna pek düşkün olan Nur Banu Sultan’ın hazırlattığı gömleğin amacı gözü Safiye Sultan’dan başkasını görmeyen 3. Murat’ın başka evlilikler yapması. Nur Banu Sultan tahtı vârissiz bırakmamak için girdiği bu gömlekli mücadeleden zaferle çıkıyor ve 3. Murat ardında 19 erkek 20 küsur kız çocuğu bırakarak bu dünyadan ayrılıyor. Ancak erkek çocukların sonraki taht kavgalarında öldürülmesi Nur Banu Sultan’ın çalışmalarının boşa gittiği şeklinde yorumlanabilir.
Allahım sevgimi kulun Mustafa’nın gönlüne ver!Tılsımlı gömlekler sadece padişahlar ve şehzadeler için yapılmamış. Saray çevresine yakın paşalardan özellikle makam hırsı olanlar da kendileri için gömlek hazırlatmışlar. Onlardan biri Moralı Hasan Paşa, gömleğinin üzerine şöyle yazdırmış: “Allahım senden sevgimi, muhabbetimi kulun Mustafa’nın gönlüne vermeni dilerim. Nasıl vahyini sevgilin Muhammed’in kalbine ilham etmişsen ruhumla Sultan Mustafa’nın ruhunu uzlaştır.” Gömleğin yakasındaki küçük karelerde ise “Ey herşeyi kolaylaştıran Allahım, Hasan Paşa’nın muradını da kolaylaştır.” yazıyor. Hasan Paşa’nın muradı nedir, sadrazam olmak.Hülya Tezcan bu gömlekten hareketle yaptığı araştırmada, paşanın çok hırslı bir adam olduğu ve sadrazam olabilmek için padişahları canından bezdirdiği bilgisine ulaşmış. Moralı Hasan Paşa sonunda muradına ulaşıp sadrazam olabilmiş. Saltanat kavgalarının uzağındaki halk da tılsımlı gömleklerden payına düşeni almış. Dönemin tarikat dergahlarında, sarılıktan, akrep sokmasından korunmaya yönelik hazırlanan gömlekler arasında kadınları eşlerine şirin gösteren gömlekler de var. İç gömleklerden günümüze ulaşanlar, üzerlerindeki leke hatta yaka kirleriyle duruyor; çünkü bu gömleklerin yıkanması mümkün değil.
Bir de hiç kullanılmadan kaldırılan gömlekler var koleksiyonda. Tezcan, “Sarayda her şeyin bol bol yedeği vardır. Elimizde yüzlerce giyilmemiş bebek elbisesi var.” diyor. İpeğin nadir kullanıldığı bu alanda tılsımlı takke ve takma yakalar da var. Takma yakayla ilgili bir açıklamaya rastlamayan Hülya Tezcan, kendince bir çıkarımda bulunuyor: “Yaka, sultanların törenlerde giydiği kaftanın yaka kesimine benziyor. Üzerindeki iplik izlerine bakılırsa kötülüklerden korunma niyetiyle kaftanın içine monte edildiği söylenebilir.”Gömlekler şimdi koruma altında; sergilenmek için özel izinle saraydan çıkarılabiliyorlar; ancak kimi zaman hiç hesapta olmayan çok daha özel istekler olabiliyor. Tezcan, Osmanlı Hanedanı’ndan ismini açıklamadığı bir kadının şifa bulmak için tılsımlı gömleklerden birini giyerek bir müddet beklediğini ve sonra teşekkür ederek ayrıldığını söylüyor. Hülya Tezcan yaklaşık 30 yıldır gömlekler arasında yaşasa da tılsımlarını çözmeye hiç çalışmamış. “Bir şifre var, bu açık; ama o rakamları ve harfleri çözmek uzmanlık gerektirir. Kaldı ki, giysilerin olduğunu kabul etmeliyiz. Dokuma üzerine çalışanlar da 8 bin çözgü teliyle dokunan Gülistanî Kemha tekniğini henüz çözemediler.” Hülya Tezcan’ın hazırladığı Padişah Giysileri kitabı önümüzdeki günlerde Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanacak. Şifreyi çözmek Türk tekstiline yeni bir açılım getirecekTürkiye’de tılsımlı gömlekler üzerindeki şifreyi çözmeye çalışan tek isim Mehlika Orakçıoğlu. Bilinen tek isim demek daha doğru; çünkü gömleklere ulaşma hususunda Hülya Tezcan’la bağlantıya geçmiş başka biri yok. 1998’den bu yana “Türk Tekstilindeki Kültürel Etkiler” başlıklı doktora tezi üzerinde çalışan Orakçıoğlu, şu günlerde 2. Selim’in gömleğini inceliyor. Şimdilik gömleğin ön yüzündeki küçük karelere yerleştirilen rakamlarla Fetih Sûresi’nin kodlandığını keşfetmiş. Tezini Londra’daki bir üniversite’de hazırlayan Mehlika Hanım, İngiliz danışmanlarının kendisini bu alana yönlendirdiğini ve asıl niyetlerinin gömlekler üzerindeki kodlama sistemini çözerek günümüz tekstiline yeni bir açılım kazandırmak olduğunu söylüyor: “Bu konu, dışarıda daha çok ilgi topluyor. Harvard Üniversitesi bütün imkanlarını ücretsiz olarak seferber etti mesela. Sonunda neye ulaşacağımı bilmiyorum. Kodlama sistemini günümüze uyarlamayı başaramasam bile bu tez bitirilmeyi hak ediyor. Fakat çözebilirsem yeni tekstil tasarımları oluşturmak zor olmayacaktır.”
Osmanlı tekstilini incelerken siyaset, ekonomi ve tarihten yararlanmak gerektiğini söyleyen Orakçıoğlu, tılsımlı gömlekler üzerinde dörde yakın formül kullanıldığını tespit etmiş. Uzun yazılar yerine rakamlar ve harfler tercih etmek sınırlı zemini verimli kullanmayı sağlıyor. Ancak altta, gündelik hayatta pratik olma felsefesi yatıyor. Nitekim Osmanlı döneminde tüccarların uzun cümleler yerine kelimelerin sayısal değerleriyle anlaştığı biliniyor. Gömlekler üzerindeki geometrik desenler ve kodlanan rakamlar bir matematik dehasına da işaret ediyor. Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın Türk İslam Kültürü’nde Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme (Ötüken Yayınları) adlı kitabından faydalanan Orakçıoğlu, Mimar Sinan’ın da eserlerinde ebced hesabı kullandığını hatırlatıyor.Mehlika Orakçıoğlu sadece bir gömlek üzerinde çalışıyor. İncelenmeyi bekleyen onlarca tılsımlı gömlek olduğu hesaba katılırsa gömleklerin dilinin çözülmesinin hayli vakit alacağı söylenebilir. Fakat onun halihazırda çözdüğü bir figür var. Yavuz Sultan Selim’in kaftanı üzerindeki desenleri inceleyerek ‘ellerini gökyüzüne açmış yakaran insan figürü’ne ulaşan Orakçıoğlu, yurtdışında bu kaftan üzerine üç konferans vermiş. Sanatkârın desenler arasına ustaca gizlediği figür, kutsal hazineleri İstanbul’a taşıyan ve ilk Osmanlı Halifesi unvanını alan Yavuz’un İslamî esasların koruyucusu olduğunu simgeliyor. Mehlika Hanım’a göre, görsel bir illüzyon halinde kimi zaman açıkça görünüp kimi zaman da desenler arasında yiten figürü doğrudan Yavuz Selim’e atfetmek de mümkün. Çünkü taç kullanan tek Osmanlı Padişahı Yavuz.
Bir zamanlar…
Faziletliydik: Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de küçümsemezdik.

Dürüsttük: Bir zamanlar Londra Ticaret Odası’nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: "Türklerle alışveriş et, yanılmazsın."

İtibarlıydık: Bir zamanlar Hollanda Ticaret Odası’nın
toplantılarında oylar eşit çıkınca Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu.

Temizdik: Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa’ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştiriyor:
"Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında, sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."

Çevreciydik: Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yapardık.
Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez.

Harama el sürmezdik: Fransız muellif Motray, 1700’lerdeki halimizi şöyle anlatıyor:
"Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkancılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgahıma kadar gelmişlerdir."

Medeni idik: İngiliz sefiri Sir James Porter ise, 1740’ların Türkiye’si için şunları söylüyor:
"Gerek İstanbul’da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkan bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."

Dosdoğruyduk: Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, şu hükmü veriyor: "Haksızlık, murabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür... Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."

Hırsızlık nedir bilmezdik: Fransız muellif Dr. Brayer, 1830’ların İstanbul’unu getiriyor önümüze:
"Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkanların çoğunlukla umumi ahlaka itimaden açık bırakıldığı İstanbul’da her sene azami beş-altı hırsızlık vakası görülür."
Ubicini, Dr. Brayer’i şöyle doğruluyor:
"Bu muazzam payitahtta dükkancılar, namaz saatlerinde dükkanlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz.
Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları olmadan gün geçmez."

Naziktik: Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini, yine 1880’lerin "biz"ini anlatıyor bize:
"İstanbul Türk halkı Avrupa’nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadirattan işitilir. O kadar müsamahakardırlar ki; ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir,bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."

Cihana örnektik: Türkiye Seyahatnamesi’yle meşhur Du Loir’un 1650’lerdeki hükmü şöyle:
"Hiç şüphesiz ki, ahlak bakımından Türk siyasetiyle medeni hayati bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."
Şefkatimiz yalnızca insana yönelik değildi, hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu.

Hayata karşı saygılıydık: Bu konuda dilerseniz Elisee Recus’u dinleyelim, bize 1880’lerdeki halimizi anlatsın:
"Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir."

Hayırseverdik: Comte de Marsigli’yi tekrar dinleyelim:
"Yazın İstanbul’dan Sofya’ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum."
Aynı müellif, ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor:
" İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler."
Bu tespiti, İslam ve Türk düşmanı avukat Guer, misallendiriyor:
"Türk şefkati hayvanlara bile şamildir" dedikten sonra şu örneği zikrediyor:

"Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür..." Ve devam ediyor:
"Birçokları da sırf azad etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. “
Kral ördek avında
Kral ördek avında... Av uşakları çevredeki ördekleri kışkırtıp, kralın önüne getiriyorlar.
Sonunda hazret önünden geçen bir ördeğe ateş ediyor, heyecanla dalkavuğuna soruyor:
- Nasıl? Vurdum mu? Vurdum mu?
Dalkavuk:
- Majesteleri zavallı ördeğin hayatını bağışlamak alicenaplığında bulundular.
İstanbul'un Paşaları

Osmanlı döneminde İstanbul'da bir semte adını veren ilk paşa sanırım Mahmut Paşa oluyor. Fetihten dokuz yıl sonra Kapalıçarşı'nın alt kısımlarında 265 dükkanlı bir çarşı kuruyor. Cami, hamam, han, medrese, mahkeme, tekke, çeşme yaptırıyor. Mahmut Paşa, devşirme bir Rum; II. Murat döneminde Edirne Sarayı'nda yetişiyor. II. Mehmet 'in yanında İstanbul'un fethine katılıyor. Fetihten hemen sonra başı vurulan Çandarlı Halil Paşa 'nın yerine sadrazam oluyor. Dört yıl sonra azlediliyor, Zağanos Paşa 'nın kızlarıyla evlendikleri için II. Mehmet'le Mahmut Paşa bacanak oluyor. 1473'te tekrar sadrazamlığa getiriliyor ve bir yıl sonra da bacanağı tarafından başı vurduruluyor... Fatih Sultan Mehmet 'in kaptanı deryası ve Mahmut Paşa'nın yerine sadrazam yaptığı Gedik Ahmet Paşa 'nın adı Eminönü'ndeki Gedikpaşa'da kalıyor.

II. Beyazıt 'ın sadrazamlarından Davut Paşa, 1498'de uçsuz bucaksız bir arazi içine yaptırdığı ''taş köşk'' ile Davutpaşa'ya adını veriyor. Davutpaşa Sahrası olarak bilinen bölge, II. Mahmut'un 1832'de Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerleri için yaptırdığı kışla ile askeri bir kimlik kazanıyor. Sahradan kışlaya Davutpaşa günümüzde Yıldız Teknik Üniversitesi'nin kampuslarından biri oluyor...
II. Beyazıt'ın başka bir sadrazamı, 1511'de öldürülen Atik Ali Paşa da Fatih'in Atikalipaşa semtine adını veriyor...
Fatih'in büyük mahallelerinden Kocamustafapaşa'nın adı, II. Beyazıt'ın son sadrazamı Koca Mustafa Paşa 'dan geliyor. Paşa, 1511'de sadrazam oluyor, 1512'de II. Beyazıt ölüyor; Paşa, Yavuz Sultan Selim 'in gözünden düşüyor ve Bursa'ya sürülüp idam ediliyor...

Cibali ile Fener arasındaki Küçükmustafapaşa ise ''daltaban'' olarak da anılan Bozoklu Küçük Mustafa Paşa ... 17. yüzyılda yaşayan Paşa, II. Mustafa'ya ancak dört ay sadrazamlık yapabiliyor.

Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamı Ayas Mehmet Paşa , Taksim'deki Ayaspaşa'ya adını veren kişi. 1539'da makamında eceliyle ölen Mehmet, Yeniçeri ocağından yetişiyor..
Otogara ad olan Ferhat Paşa , Kanuni'nin şehzadesi Mehmet 'in kızı Hümaşah 'la evlenip saraya damat oluyor. Macaristan'dan devşiriliyor; hat sanatçısı olarak tanınıyor...

Kanuni'nin bölgenin imarıyla görevlendirdiği Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi Güzelce Kasım Paşa, görevinde başarılı oluyor ki onca kaptanı derya arasında adını Kasımpaşa'ya bırakıyor...
Kanuni, Selim'den torunu Gevher ile evlendirip saraya damat olarak aldığı Piyale Paşa 'ya da Kasımpaşa ile Okmeydanı arasındaki bölgenin imara açılmasını buyuruyor; Piyalepaşa semti, sonradan II. Selim'in kaptanı deryası olan Piyale Paşa'nın yaptırdığı külliye ile ortaya çıkıyor...
Beşiktaş'taki Sinanpaşa adı, Kanuni'nin sadrazamlarından Rüstem Paşa 'nın kardeşi kaptanı derya Sinan Paşa 'dan;
Eminönü'ndeki Siyavuşpaşa da II. Selim'in kızı Fatma Sultan 'la evlenip önce saraya damat sonra da III. Murat 'a üç kez sadrazam olan Hırvat veya Macar asıllı devşirme Siyavuş Paşa 'dan geliyor.

Paşabahçe'ye adını veren paşa, Deli İbrahim 'in sadrazamı Ahmet Paşa. Ahmet Paşa, Boğaz'ın bir ucunda, geniş bir arazinin içinde kendine bir kasır yaptırıyor. Çevresi bağ, bahçe... Yöre, ''Paşanın Bahçesi'' diye anılıyor ve sonradan Paşabahçe oluyor. Ahmet Paşa, Hezarpare Ahmet Paşa adıyla tarihe geçiyor. Hezarpare, bin bir parça anlamına geliyor. Paşa'yı, isyancılar 7 Ağustos 1648'te parçalayarak öldürdükten sonra cesedini parçalara ayırıyor...

Üsküdar'daki Fethipaşa Korusu adını, II. Mahmut ile Abdülmecit döneminin vali ve elçilerinden Fethi Paşa 'dan alıyor. Rodosizade Damat Fethi Ahmet Paşa, Abdülmecit'in kız kardeşi Atiye Sultan'la evleniyor. Tophane müşiri iken, Aya İrini'yi eski silahların kaldırıldığı bir ambar olmaktan çıkarıp çeşitli illerden toplattığı asar-ı atikalarla, yani arkeolojik eserlerle donatarak müzeye dönüştürüyor.
İstanbul'da ilk müzenin temellerini atan Paşa, 1847'de de Sultanahmet Meydanı'nda ilk arkeolojik kazıları başlatıyor.

Kadıköy'deki Hasanpaşa mahallesi, 17. yüzyılda Kızlarağası Mısırlı Osman Ağa' nın mülkü olarak geçiyor ve herhangi bir paşanın adını taşımıyor. 1882'de II. Abdülhamit'in Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa, burada yanan bir caminin yerine yenisini yaptırıyor. Bölge yine herhangi bir kişinin adını taşımıyor. 1930 yılında bölgede yeni bir mahalle kurulurken caminin kitabesindeki bahriye nazırından ''Hasanpaşa'' adı veriliyor.

Hastanesi ve tıp fakültesi ile ünlü Cerrahpaşa'nın adı III. Mehmet 'in sadrazamı Cerrah Mehmet Paşa 'dan geliyor. Mehmet Paşa'nın cerrahlığı ise III. Mehmet'i şehzadeliği sırasında sünnet etmesinden. Paşa'nın sadrazamlığı dokuz ay sürüyor ve azlediliyor. Cerrahi ya da idari bir başarısı olmamasına karşın yaptırdığı külliye ile semte adını veriyor. Bayrampaşa'ya adını veren Bayram Paşa , IV. Murat 'ın sadrazamlarından oluyor...

Gaziosmanpaşa'ya adını veren Gazi Osman Paşa ise 1878 Rus Savaşı'nda Ruslara esir düşmesine karşın Plevne savunması ile kahraman olan komutan. Ancak Gazi Osman Paşa'nın Gaziosmanpaşa ile bir ilgisi bulunmuyor. Taşlıtarla adıyla anılan bölge 20. yüzyılın ikinci yarısında gecekondularla doluyor ve 1963'te ilçe yapılmasına karar verildiğinde Gaziosmanpaşa'nın adını alıyor.

Heybeliada'daki Abbaspaşa, Kavalalı Mehmet Ali Paşa' nın torunu Prens Abbas Hilmi Paşa 'dan;
Beykoz'daki Abrahampaşa Korusu, II. Abdülhamit'in Şura-yı Devlet üyesi yaptığı Ermeni asıllı diplomat Abraham Eramyan 'dan geliyor; Abraham Paşa'nın koruyu, II. Abdülhamit'le oynadığı bir tavla partisinde kazandığı söyleniyor.

Unkapanı'ndan Fener'e giden Abdülezelpaşa caddesinin adı Osmanlı ordusuna 1853 Kırım Savaşı'nda nefer olarak girip 1897 Yunan Savaşı'nda paşa olarak katılan fakat şehit düşen Abdülezel 'den geliyor.

Fatih'te 17. yüzyıl sonundan kalma külliyesi, Anadoluhisarı'nda yalısı ve korusu olan Amcazade Hüseyin Paşa , II. Mustafa'nın sadrazamlarından Köprülü Mehmet Paşa 'nın biraderinin oğlu oluyor.

Haydarpaşa'nın kimliği tam bilinmiyor. Ancak, Kanuni döneminde Mimar Ağa Ocağı'nda yetişmiş ve Kanuni'ye Üsküdar'daki Kavak Sarayı'nı yapmış Mimar Koca Haydar Paşa 'nın adı ağır basıyor.

Kadıköy'de bir zamanlar plajı ile ünlü Süreyyapaşa, II. Abdülhamit'in Harbiye Nazırı Rıza Paşa'nın oğlu Süreyya Paşa oluyor. Süreyya Paşa, Birinci Dünya Savaşı çıkmadan askeriyeden istifa edip ticarete atılıyor. Kurtuluş Savaşı sırasında Kadıköy'de Türk okullarına yardım toplamak amacıyla müsamere düzenlemek istediğinde Rumlar, tek sinema Apollon'u vermeyince Süreyya Sineması'nı kuruyor.
Yine Kadıköy'de Fenerbahçe Stadı'nın karşısındaki Zühtüpaşa mahallesine adını veren paşa ise II. Abdülhamit'in Maliye ve Maarif Nazırı Ahmet Zühtü Paşa. 50 dönüm arazi içinde 40 odalı bir köşk yaptırıp Kızıltoprak'a yerleşiyor. Rivayet o ki, okullar olmasa maarifi ne güzel idare edeceğini söyleyen paşa, Zühtü Paşa.
 
Mustafa Kemal ve Bakara Suresi

Mustafa Kemal, kurulacak devletin şekli ile ilgili toplumun her kesiminden insanlarla görüşmeler yaparken sıra, mollalar, şeyhler ve din büyüğü geçinen kişilere gelir. Mustafa Kemal bunlara haber göndertip, gelecek
hafta kendileriyle bu konuyu görüşeceğini ancak konuşmalarının bir temeli olarak katılacak olan herkesin Bakara suresini 288. ayetine kadar okumalarını rica
eder.
Toplantı günü gelip çattığında, Mustafa Kemal kürsüye çıkar ve sorar:
-Arkadaşlar, buraya gelmeden önce hepinizden Bakara suresini 288'e kadar okumanızı rica etmiştim. Kimler okudu Bakara'yı 288'e kadar?
Salondaki bütün eller istisnasız olarak bu ricayı yerine getirdiklerini belirtmek için havaya kalkar.
Bunu üzerine Mustafa Kemal sözlerine devam eder:
-Beyler işte, kuracağımız devletin neden din temeline dayanamayacağının açıklaması: Bakara yalnızca 286 ayettir.
Arkadaş

Eski Türklerde askerler savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca, kaya veya taşa vererek ok atarlarmış.
Atalarımız genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir taş veya kaya olurmuş yıllar sonra bu sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ’dan ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün bile güvenebileceğimiz bizi arkadan vurmayacak olan samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz isimdir.
 
İstanbul'da semt isimlerinin kaynağı
Aksaray: Fatih'in sadrazamı İshak Paşa, İç Anadolu Bölgesi'ndeki Aksaray'ı ele geçirdikten sonra orada yaşayan bölge insanlarını bugünkü Aksaray semtinin bulunduğu yere gönderir. Aksaraylılar da semte adlarını verirler.
Ahırkapı: Marmara Denizi'nin kıyısında yer alan yedi ahır kapısından birisi olan bu semte, padişah atlarının bulunduğu has ahırın yanında yer aldığı için Ahırkapı ismi verildi.
Aşiyan: Günümüzdeki ismini şair Tevfik Fikret'in burada bulunan, Farsça'da kuş yuvası anlamına gelen 'Aşiyan' isimli evinden alıyor.

Bağlarbaşı: Semt, en ünlü bağ ve bahçelerin bir dönem burada yer almasından dolayı bu adla anılıyor.
Bebek: Semtin isminin nereden geldiği konusunda iki rivayet bulunuyor. Bunlardan ilki, Fatih Sultan Mehmet'in bölgeyi koruması için gönderdiği bölük başının Bebek lakaplı olması. Diğeri ise padişahın semtteki bahçesinde gezerken yılan görüp korkan şehzadesine bebek demesi ve bundan sonra bahçesinin bebek bahçesi olarak anılması.
Beşiktaş: İlk görüş, semtin ismini Barbaros Hayrettin Paşa'nın gemilerini bağlamak için diktirdiği beş taştan aldığı yönünde. Diğeri ise bir papazın burada yaptığı kiliseye Kudüs'ten getirdiği beşik taşını koyduğu ve ismin buradan geldiği yönünde.
Beyazıt: Sultan II. Beyazıt'ın buraya kendi ismiyle anılacak bir külliye yaptırmasından sonra semt, Beyazıt olarak anılmaya başladı.
Beyoğlu: Semtin isminin nerden geldiği konusunda çeşitli rivayetler bulunuyor. Bunlardan ilkine göre, İslamiyet'i kabul edip burada oturmaya başlayan Pontus prensinden adını alıyor semt. Diğerine göreyse, 'Bey Oğlu' diye anılan Venedik Prensinin burada oturmasından geliyor semtin adı. Son bir rivayet de, burada oturan Venedik elçisine, yazışmalarda, "Beyoğlu" diye hitap edilmesinden semtin bu adla anıldığını söylüyor.
Bakırköy: Bizanslıların 'Makri Hori' dedikleri semt, 14. yüzyılda Osmanlıların eline geçince 'Makriköy' adını aldı. 1925'te ulusal sınırlar içindeki yabancı kökenli adların değiştirilmesi sırasında Atatürk'ün isteğiyle semt Bakırköy adını aldı.
Bostancı: Semt, adını eskiden her türlü meyve ve sebzenin yetiştirildiği bostanlardan biri olmasından alıyor.
Çatladıkapı: Bizans zamanında yapılan surların Sidera adı bir verilen kapısı, 1532 tarihinde meydana gelen depremde çatlayınca, hem semt, hem de kapı Çatladıkapı olarak anılmaya başladı.
Çemberlitaş: Bizans'ın en önemli meydanlarından Constantinus Forumu'nun bulunduğu yerdeki büyük sütunlardan birisi olan Çemberlitaş, semte adını verdi.
Çengelköy: Eskiden gemi çapaları bu köyde yapıldığı için isminin buradan geldiği tahmin ediliyor.
Çıksalın: Güzel manzaralı, geniş bir çevreye hakim olan bölgeye, halk arasında "çık, salın" denilmeye başlandı.
Eminönü: Osmanlı döneminde çarşıdaki esnafı denetleme yetkisi 'Emin'lere aitti. Semt, adını burada bulunan 'Gümrük Eminliği'nden alıyor.
Feriköy: Semt adını Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde yaşayan Madam Feri'den alıyor. Bölgede bulunan geniş topraklar padişah tarafından Madam Feri'nin eşine bağışlanmıştı. Ama eşi ölünce semt onun ismiyle anılmaya başlandı.
Galata: Gala, Rumca da "süt" anlamına geliyor. Bir rivayete göre Galata'nın adı semtteki süthanelere gönderme yapılarak türetildi. Başka bir görüşe göre ise İtalyanca 'denize inen yol' anlamına gelen 'galata' kelimesi düşünülerek bu isim verildi.
Horhor: Fatih'te bulunan semt, adını Horhor çeşmesinden alıyor. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet bölge civarında yürürken yerin altından su sesleri duyar ve yanındakilere, "Buraya bir çeşme yapın baksanıza 'hor hor' su sesleri geliyor" der ve buraya bir çeşme yapılır. Çeşme de semt de Horhor ismiyle anılmaya başlar.

Okmeydanı: Fetih Ordusu kuşatmanın bir kısmını burada kurulan karargahta geçirmiş. Semtin ismi de böylelikle Okmeydanı olarak kalmış.
Şişli: Şiş yapımıyla uğraşan ve Şişçiler diye anılan bir ailenin burada bir konağı olduğu ve 'Şişçilerin Konağı'nın zamanla değişikliğe uğrayarak 'Şişlilerin Konağı' haline gelmesiyle semtin adının Şişli olarak kaldığı anlatılıyor.
Şaşkınbakkal: Henüz yerleşimin olmadığı dönemlerde yaz günleri denizden yararlanmak için bölgeye gelenlere bir bakkal dükkanı açıldığını görenler, burada iş yapılmayacağını düşünerek bakkala "şaşkın bakkal" yakıştırması yaptılar. Bundan sonra da semt Şaşkınbakkal olarak anılmaya başlandı.
Sütlüce: Bugün Sütlüce semtinin olduğu yerde Süt Menbat isimli bir Rum köyü vardı. Köyün bir köşesindeki bakır bir kadın heykelinin memelerinden su akar; bu suyun, kadınların sütünü çoğalttığına inanılırdı. Bundan dolayı semt, Sütlüce olarak anılır oldu.
Tahtakale: Sözlük anlamı 'kale altı' olan Taht-el-kale'nin bozulmasıyla Tahtakale'ye dönüşen semtin, Mercan ya da Beyazıt dolaylarındaki eski sur benzeri yapının aşağı kotunda yer aldığı için bu ismi aldığı tahmin ediliyor.
Taksim: Osmanlı zamanında sucuların; suyu, halka taksim ettikleri yer, Taksim olarak anılmaya başlandı.
Teşvikiye: Sultan Abdülmecit'in bir mahalle kurulması için teşvikte bulunduğu semtin adı Teşvikiye olarak kaldı. Bu durumu, Harbiye Karakolu ile Rumeli ve Valikonağı Caddelerinin kesiştiği kavşakta bulunan iki taş belgeliyor.
Unkapanı: Bazı satış yerlerinde Arapça'da 'Kabban' adını taşıyan büyük teraziler bulunduğundan, buraları Kapan adını taşırdı. Sahiline buğday ve arpa yüklü gemiler demirlediğinden, semt bu adı aldı.
Üsküdar: Bizans devrinde, Skutari denilen asker kışlaları, şehrin bu yakasında yer aldığı için semt Skutarion diye anılıyordu. Bu isim zamanla Üsküdar'a dönüştü.
Veliefendi: Hipodrom bir zamanlar Şeyhülislam Veli Efendi'nin sahibi olduğu topraklar üzerinde kurulduğundan semtin adı Veli Efendi'yle anılıyor.
 
9 Dilde İstanbul
İstanbul'un pek çok dilde çok farklı isimleri bulunuyor.

Grekçe: Vizantion

Latince: Bizantium, Antoninya, Alma Roma, Nova Roma

Rumca: Konstantinopolis, İstinpolin, Megali Polis, Kalipolis

Slavca: Çargrad, Konstantingrad

Vikingce: Miklagord

Ermenice: Vizant, Stimbol, Esdambol, Eskomboli

Arapça: Bizantiya, el-Mahsura, Kustantina el-uzma

Selçuklular zamanında: Konstantiniyye, Mahrusa-i Konstantiniyye, Stambul

Osmanlıca'da: Dersaadet, Deraliyye, Mahrusa-i Saltanat, İstanbul, İslambol, Darü's-saltanat-ı Aliyye, Asitane-i Aliyye, Darü'l-Hilafetü'l Aliye, Payitaht-ı Saltanat, Dergah-ı Mualla, Südde-i Saadet
 
Mücevherli minareler

Ayasofya kilisesinin açıldığı gün o muhteşem kubbenin altında duran İmparator Jüstinyen:
-"Hazret-i Süleyman sana galebe çaldım!" diye haykırır.
İmparator, bu kubbeden daha muhteşem bir kubbenin, gök kubbe altında bulunamayacağı inancı içindedir. Fakat Koca Sinan "kalfalık devremin eseri" dediği Süleymaniye Camii ile gök kubbe altındaki kubbelerin en muhteşemini kurup Ayasofya'yı gölgede bırakmayı kafasına koymuştur.
Bu, öylesine bir cami olacaktır ki, cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman Han'ın ulu adına layık, dünya durdukça olanca ihtişamı ile dimdik ayakta duracak bir şaheserdir.
Temeli atıldığı gün, Kanuni Sultan Süleyman atıyla inşaat yerine gelir; devlet ayanı, zamanın bilginleri, din adamları oradadır. Padişah yoksullara yardımlarda bulunur, koyunlar koçlar kesilir, dağıtılır. Şeyhülislam Ebussuud Efendi temele ilk taşı koyar, Fatiha suresi okunur ve inşaat başlar. Sadece temel kazısı üç yıl sürer. Bu dönemde tersaneden getirtilen üç bin forsa gece gündüz demeden çalışır.
İşte İstanbul'da Ayasofya'yı gölgede bırakacak heybette bir caminin inşa edilmekte olduğu haberi bütün İslâm dünyasının gözlerini İstanbul'a çevirir. Cami temelinin oturması ve sağlamlaşması için inşaat işine bir süre ara verilir. Bunun üzerine Sinan'ı çekemeyenler:
-"Ya Sinan bu camiyi bitiremeyecek, ya da hünkarın parası bu camiyi yaptırmaya yetmedi" şeklinde etrafta dedikodular yaymaya başlar.

Bu arada cami inşaatının durduğunu haber alan İran Şahı Tahmasb, acele olarak elçisiyle İstanbul'a bir mektupla bin kese altın ve bir kutu mücevher gönderir. Şah'ın mektubu şu övgü dolu sözlerle başlar:

"Sultannu'l-Berreyn, Hakanu'l-Bahreyn, Varisu'l-Karneyn, Hadimul'l-Haremeyni'ş-şerifeyn, Amiru biladi'l-İslam, Vaziu mizani'l-birri ve'l-ihsan ve Şah-ı derviş dost (Rumeli ile Anadolu Sultanı, Karadeniz ve Akdeniz Hakanı, İskender Ülkesi'nin varisi, Mescid-i Haram'la Mescid-i Nebevi'nin hizmetçisi, İslam ülkelerinin imarcısı, lütuf ve ihsan terazisine koyan ve derviş dostu Padişah)"

Böyle övgülerle başlayan mektup, ilerleyen satırlarda Kanuni Sultan Süleyman'a adeta hakarete varacak sözlere dönüşür:
"İşittik ki, camiyi tamamlamaya kudretiniz kalmamış ve yarıda bırakıp vazgeçmişsiniz. Size, para ve mücevherat gönderiyoruz. Bu cevherleri satıp ve bu parayı harcayarak inşaatı bitirmeye gayret ediniz ki, bu hayırlı işinizde bizim de hissemiz ola..."
Bu yazılı mesajla acele olarak İstanbul'a gelen elçi, cami inşaatının hızla devam ettiğini ve kendilerine ulaşan bilgilerin gerçekle ilgisi olmadığını müşahede eder ama iş işten geçmiştir...
Osmanlı İmparatorluğu'nu küçük düşürmek isteyen İran Şahı'nın alaylı üslubuna ve siyasi taktiğine çok sinirlenen Kanuni Sultan Süleyman, parayı, elçinin huzurunda İstanbul Yahudilerine dağıtır...

Padişah, kutu içindeki mücevherleri de, yine elçinin huzurunda Mimar Sinan'a vererek:
-"Bu kıymetli diye gönderilen taşlar, caminin taşları yanında kıymetsizdir. Askerlerini al ve hemen şimdi bu torbaları cami inşaatına götürüp, içindeki bütün altın ve mücevheri harcın içine döküp, iyice karıştır. Sonra da işçiler bu harcı inşaatta kullansınlar. O kadar iyi karıştır ki, hiçbir altın ve mücevher harç içinde görünmesin ve cami bittiğinde de bunların caminin neresinde kullanıldığı hiçbir zaman öğrenilmesin" der.

Bu durum karşısında hayretler içinde kalan elçi, adeta ne yapacağını şaşırır. Şah'ın mektubuna gerekli cevap verilmiş, böylece Osmanlı Devleti'nin mali durumunun alay konusu olması engellenmiştir.

İran Şahı'nın gönderdiği altınlar ve mücevherler, ağızları mühürlenmiş büyük meşin torbalar hiç vakit kaybetmeden caminin yapıldığı alana doğru yola koyulur. Biraz sonra her biri paha biçilmez mücevherle dolu olan meşin torbalar, dev çukurlar içinde bulunan kireç, kil, kum, üstübeç, zift, pekmez şurubu, zeytin yağı, binlerce yumurta akı, keten ve kenevir sapı, toprak, çakıl taşı, demir, mermer ve tuğla kırığından oluşmuş tonlarca harcın içine dökülür. Görünmez olana kadar karıştırılır, karıştırılır...
İşte bu karışım, Süleymaniye Camii'nin üç şerefeli sol minarenin yapımında kullanılır, bu sebepten dolayı söz konusu minareye "Cevahir Minaresi" denir.

Üsküdar'dan doğan güneşin ilk ışıkları ile, Haliç üzerinden batan güneşin son ışıkları altında Süleymaniye Camii minarelerinin pırıl pırıl parlamasının bu taşlardan olduğu söylenir.

Tarih, 1556 yılı Eylül'ünü gösterdiğinde, şairlerin daha sonra "Her taşına bir Acem mülkü fedadır" diye övecekleri İstanbul şehrine, erguvan renkli bir hediye arz-ı endâm ediyordur.
Çanakkale’de Ne İşi Varmış?

Cumhuriyet'in ilanından sonra İstanbul'da bir resepsiyon verilir.
Tüm dünya ülkelerinin elçileri ve ataşeleri de davet edilir.
Davet güzel bir şekilde devam etmektedir fakat İngiliz ataşesi olan
binbaşının bakışları Mustafa Kemal'in gözünden kaçmaz.
Bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmıştır ve bakmaya devam
etmektedir.
Ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir.Yaver Mustafa Kemal'e şöyle der:
-Paşam kendisine neden ters bir tavır takındığını sordum, o da bana
Mustafa Kemal'in Çanakkale'de babasını öldürdüğünü söyledi.
Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle der:
-Git sor bakalım babasının Çanakkale'de ne işi varmış?
Hiç Birinize Kıyamadım.”

İzmir kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara'ya hareket edecekler.
Trene binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar
yaveri, açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır Atatürk.
Yaveri:
-"Ya paşam bu ne hal hiç uyumadınız herhalde niye böylesiniz" der.
-"Ya çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu
yastık yaptım ağrıdı setremi yastık yaptım üşüdüm bende uyumadım kalktım" der.
Yaveri:
-"Aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla
battaniye getirirdik" der.
Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan söylüyor bunları tarihi bir cevap
der ki:
-"Geç fark ettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil milletimin rahat
uyuması".
Onu da Sen Bul!
Çok bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına Baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir
adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah, ihtiyarı selamlamış:
-Selamünaleyküm ey pir-i fani...
-Aleykümselam ey serdar-i cihan...
Padişah sormuş:
-Altılarda ne yaptın?
İhtiyar cevap vermiş:
-Altıya altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor...
Padişah gene sormuş:
-Geceleri kalkmadın mı?
İhtiyar cevaplamış:
-Kalktık... Lakin, ellere yaradı...
Padişah gülmüş:
-Bir kaz göndersem yolar mısın?
İhtiyar cevaplamış:
-Hem de cıyaklatmadan...
Padişahla Baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah
Baş vezire dönmüş:
-Ne konuştuğumuzu anladın mı?
Baş vezir cevaplamış:
-Hayır padişahım...
Padişah sinirlenmiş:
-Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere
kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.
İhtiyara sormuş:
-Ne konuştunuz siz padişahla...
Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş:
-Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.
Baş vezir, yüz altın vermiş.
-Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah
olduğunu.
İhtiyar cevaplamış:
-Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.
Vezir kafasını kaşımış.
-Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?...
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
-Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü
çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da
kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.
Vezir bir soru daha sormuş...
-Geceleri kalkmadın mı ne demek?
Adam bir yüz altın daha almış.
-Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına
yaradılar, dedim...
Vezir gene kafasını sallamış.
-Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...
İhtiyar gülmüş ve:
-Onu da sen bul... demiş...

 
“Hiç Birinize Kıyamadım.”

İzmir kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara'ya hareket edecekler.
Trene binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar
yaveri, açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır Atatürk.
Yaveri:
-"Ya paşam bu ne hal hiç uyumadınız herhalde niye böylesiniz" der.
-"Ya çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu
yastık yaptım ağrıdı setremi yastık yaptım üşüdüm bende uyumadım kalktım" der.
Yaveri:
-"Aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla
battaniye getirirdik" der.
Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan söylüyor bunları tarihi bir cevap
der ki:
-"Geç fark ettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil milletimin rahat
uyuması".
En İlginç 10 Şey
Geleceği gören harita

Coğrafya ve harita uzmanı ünlü Türk denizci Piri Reis'in 1513'te çizdiği Afrika, Amerika ve Güney Kutbu'nu gösteren harita, ortaya çıkarıldığı 1929 yılında
ortalığı karıştırdı. Çünkü Güney Kutbu'nun keşfi, haritanın çizilmesinden çok sonra, yani 1818'de gerçekleşmişti. Dahası, Piri Reis'in haritası,
kıtanın buz altında kalmış sahil kesimlerini de gösteriyordu. Ancak kıta üzerindeki buzlar, haritanın çizilmesinden tam 6 bin yıl önce erimişti.


2000 yıllık pil

Alman arkeolog Wilhelm Konig tarafından 1938'de Irak'ın başkenti Bağdat'ın yakınlarında bulunan 2 bin yıllık pil, bilim adamlarını şaşkına düşürdü.
Konig, 13 santimetre boyundaki toprak bir kabın içine monte edilmiş bir bakır silindir, onun etrafındaki demir çubuk ve testinin ağzını kapatan asfalttan oluşan bu nesneyi "dünyanın en eski pili" olarak tanımladı.
Pilin 2 volt enerji ürettiği saptanırken, 1800'lü yularda modern pili icat eden Alessandro Volta adlı İtalyan kontunun da şöhretine gölge düştü.

Kristal kuru kafa

Maya dönemine ait 1000 yıllık bu kristal kuru kafa, tek bir blok kristal üzerine oyma olarak yapılmış. Nasıl yapıldığı hala anlaşılamayan kuru kafanın altından tutulan ışık, doğrudan göz çukurundan yansıyor. Bu
teknolojinin bugün bile mümkün olmadığı söyleniyor.

Harçsız taş set

Peru'nun Cusco bölgesindeki bir İnka kalesinin etrafını 360 metre boyunca zikzak yaparak saran 9 metrelik setlerin yapımında, tanesi 300 tona varan
kireçtaşı blokları kullanılmış. Ancak hiç harç kullanılmamasına rağmen bu kayalar, arasına bıçak bile sokulamayacak kadar mükemmel yerleştirilmiş.

Generalin kemer tokası

M.S. 300'lü yıllarda ölen Çinli general Çou Çou'nun mezarında 1956 yılında bulunan kemerin tokası, yüzde 85 oranında alüminyumdan yapılmış. Ama doğada sadece
bileşik olarak bulunan alüminyumun diğer maddelerden ayrıştırılarak tek bir madde olarak kullanılabilmesi ilk kez 19. yüzyılda mümkün olmuştu.

1000 yılda yapılan kent

Pasifik Okyanusu'ndaki Mikronezya adası yakınlarına kurulu antik Nan Madol kentinin inşası, M.Ö 200'de başladı ve 1000 yıl sürdü. 250 milyon tonluk
dev bazalt bloklar kullanılarak yapılan bu kent, 100 yapay adayı kanallarla birbirine bağlıyor. Bu kadar bazaltın bölgeye nasıl getirildiği ise hala sır.

Uzaylılar için iniş pisti

Peru'nun Pampa sahilindeki 450 kilometrekarelik alan üzerine çizili motifler, M.Ö. 300- M.S. 600 arasındaki dönemi kapsayan hayvan ve bitki şekillerini
resmediyor. Nazca medeniyeti tarafından yapıldığı düşünülen bu garip motiflerin, uzaylılar için bir iniş pisti vazifesi gördüğü öne sürülüyor.

Concorde'un atası

M.Ö 200'de yapıldığı sanılan bu nesne, 1898 yılında Mısır'da bir lahitte bulundu.
Ancak gerçek uçaklar icat edilene kadar ne olduğu konusunda kimse bir fikir beyan edememişti. 1972'de arkeolog Halil Mesiha bunun bir model uçak
olduğunu, mükemmel bir aerodinamiğinin bulunduğunu ve kanatlarının Concorde'u andırdığını iddia etti.

Kayaya gömülü çekiç

Tahta sap ve demir tokmaktan oluşan bu çekiç, 1936'da Teksas'ta 400-500 milyon yıllık bir kayanın içine gömülü olarak bulundu. Modern bir aletin tarih öncesi bir kaya kütlesinin içine nasıl girdiği bir yana, çekiçte
kullanılan demirin günümüz demirlerinden bile saf olması bilim adamlarını hayrete düşürdü.

Antik çağ bilgisayarı

1900 yılında Girit açıklarındaki bir batıkta araştırma yapan bilim adamları ilginç bir cisme rastladı. Tahta bir muhafazanın içine yerleştirilmiş bir dizi bronz dişliden oluşan bu garip nesnenin kasası, yüzeye çıkarıldığı
anda dağıldı ve cihazın içindeki karmaşık yapı ortaya çıktı. Yapılan çalışmaların ardından, bu aygıtın Ay, Güneş ve diğer gezegenlerin konumlarını hesaplamak ve istendiği anda bunların pozisyonlarına yönelik
tahminlerde bulunmak için geliştirildiği anlaşıldı.
 
Devlet Adamı
Atatürk'ün başyaveri Salih Bozok anlatıyor.

Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir'de geçireceği ilk gecesinin tarif edilemez sevincini yaşıyordu.
İzmir'deki yeni evinde Mustafa Kemal Paşa ilk gecesini çalışarak geçirdi.
Kendisi için zengin bir sofra hazırlandığı halde hiçbir yemeğe dokunmadan ufak tefekle karnını doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı. Ertesi sabah erkenden uyanmıştık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik ve doğruca Vali'nin odasına girdik. Vali, İngiliz Konsolosu ile konuşuyordu. Biz gelince Vali ayağa kalktı ve Konsolos ile Mustafa Kemal Paşa'yı tanıştırdı. Konsolos, iyi Türkçe biliyordu. Paşa Vali'ye sordu:
-Konu nedir?
Vali anlattı:
-Sayın Konsolos, İngiliz tebaasından olan vatandaşlar ile Rum, Ermeni, Yahudi gibi azınlıkların güven altında bulunduklarını belirtir bir "güvence" istiyorlar. Ben kendilerine herkesin eşit biçimde güven altında
olduklarını bildirdim.
Mustafa Kemal Paşa, konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu, öyle olduğu halde öfkesini belirtmek için sordu:
-Ee, peki daha ne istiyormuş?
Bu soruya konsolos Türkçe cevap verdi.
-Tebaamız hakkında hükümetinizden yazılı teminat istiyorum!
Konsolos garip bir biçimde diklenmişti...
Paşa'nın sesi havada kırbaç gibi şakladı:
-Yunanlılar zamanında kendi tebaanızı daha emniyette mi görüyordunuz?
Konsolos gerisinde İngiliz devletinin bulunduğunu belli eden bir kasılma ile:
-Evet , dedi. Yunanlılar burada iken tebaamızı emniyette görüyorduk.
-Öyleyse buyrun tebaanızla birlikte Yunanistan'a gidin, efendim!
Konsolos kendisinden umulmayacak bir cesaret gösterdi:
-Yani majestelerimin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?
Mustafa Kemal iyice öfkelenmişti fakat öfkesini tuttu ve konsolosa:
-Siz kiminle ve ne konuştuğunuzu biliyor musunuz?.. Ben Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Türk Orduları Başkomutanıyım. Savaş açmaya, barış yapmaya hakkım var. Siz kimsiniz!.. Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmeleri yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz efendim!..
O kasım kasım kasılan konsolos, Mustafa Kemal Paşa'nın son cümlesi üzerine sapsarı kesildi ve tek bir kelime söylemeden kapıdan çıktı gitti.

Mustafa Kemal Paşa arkasından bir sure baktıktan sonra Vali'ye dondu:
-Yüz vermeyin Vali Bey! Bunlar karşılarında hala Babaili Hükümeti var sanıyorlar. Bir zırhlısı önünde pısacak, bir blöfü önünde yelkenleri suya indirecek "devletçik" sanıyorlar bizi!.. Küstahlığın derecesine bakın, bana "savaş mı açıyorsunuz?" diye soruyor, barut kokan bir odada sorduğuna bak!.. savaş halinde değil miyiz sanki!..
 
Sevr Antlaşması'nın hala yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz?
Kollarında ve omuzlarındaki işaretlerden amiral rütbesinde olduğu anlaşılan İngiliz Donanması Komutanı, Hükümet Konağı'nın kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa'nın odasına doğruldu. Nazik, fakat öfkeli bir
hali vardı. Ruşen Eşref önüne çıkıp ne istediğini sorunca:
-Başkomutan Mustafa Kemal Pasa ile görüşmek istiyorum!.. dedi.
Birlikte odaya girdiler kapı kapandı. Amiral önce:
-Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale'deki basarinizi rastlantıya borçlu olmadığınız, kanıtlanmış oldu.Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum. Amiral bir süre sonra konuya girmiş:
-Ülkenin kontrolünüz altında bulunan bölümünde bizim tebaamız ve sizin azınlıklarınızdan Ermeniler, Rumlar var.Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir? güvende midirler?..
-Hiç kuskunuz olmasın Amiral!..Türkiye'deki bütün insanlar gibi tebaanız ve sözünü ettiğiniz azınlıklar da TBMM Hükümeti'nin eşit koruması altındadır.
Suç islemeyenler, kendilerini bu memlekette benim kadar güvende sayabilirler.
-Suç isleyenler?
-Suç isleyenler Sayın Amiral, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de adaletin huzuruna çıkarlar...Suçlu iseler, cezalarını elbette çekeceklerdir...
-Fakat Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumların bazıları, şımarıklıklar yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığı ile yüz yüzedirler. Ermeniler için de başka açıdan aynı şeyleri söyleyebilirim. Biliyorsunuz, arkadaşlarının büyük bir bölümü göçe zorlandı ve önemlice bir bölümü de hayatlarını kaybettiler. Bu ruh tedirginliği içinde Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır.
Bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın husumetine bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!
Son cümleye kadar Amiral'i gülümseyerek dinleyen Mustafa Kemal Paşa, 'dünyanın koparacağı gürültü ile' kendini tehdide girişince, sözünü bıçak gibi kesmiş:
-Şu "Efendi Devlet" rolünü bir kenara koyunuz Amiral!
Milletleri de tehdit etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp koparmayacağını düşünmem! Bunlar memleketimin iç işleridir; kimsenin bu işlere karışmasına müsaade etmem! Majestelerinin
devleti memleketimizin azınlıkları ile uğraşmaktan vazgeçsinler! ..Kim bize saygı beslemezse, bizden saygı beklemeye hakkı olmaz!..
Amiralin benzi kül gibi olmuş:
-İngiltere Hükümeti'nin tebaasını her yerde koruma hakkı, devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz...
İşte o zaman Mustafa Kemal Paşa'nın tepesi iyice atmış:
-Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen leşlerini herhalde görmüş olmalısınız! Türk ordusu asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı (o donemde İngiliz donanması İzmir limanında bulunmaktaydı) boşaltacak güçtedir de... İsterseniz, Türk'e ihanet eden tebaanızın ve azınlıklarınızın adaletten kaçan sefillerini geminize doldurabilirsiniz!.. Donanmanızın da en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum!
Mustafa Kemal Paşa'nın cümleleri, art arda Osmanlı tokatları gibi Amiralin yüzünde şakladıkça, Amiral ne yapacağını şaşırmış ve en sonunda:
-İngiltere'ye savaş mı açıyorsunuz? demiş.
İşte Paşa burada son sözünü söylemiş:
-Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması'nın hala yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırttık... Karşımda oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz! Fakat görüyorum ki, nezaketimizi kötüye kullanmak eğiliminiz var... Buna müsaade edemem. Bizim
gözümüzde "barış antlaşması yapmamış" iki devletiz. Savaş hukuku yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size ihtar ediyorum!
Bir balmumu heykeline dönmüş Amiral..... şişe-gerine girdiği Mustafa Kemal Paşa'nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçülmüş ve sonunda kekeleyerek:
-Affedersiniz!.. demiş ve yerlere kadar eğilerek geri geri kapıya gidip dışarı çıkmış.
Ruşen Eşref hem düşünceli hem de gülüyordu:
-Paşa, Amirali anasından doğduğuna pişman etti. "Kendisinin Türk topraklarında bir savaşçı olarak bulunduğunu "Paşa'dan öğrendiği zaman sapsarı kesildi... Tutuklanacağını, tutsak edileceğini sandı. İnce dudaklarını ısırıyor, parmaklarını birbirine kenetlemiş titriyordu. Karşısında Babıali Paşası bulacağını sanıyordu herhalde...
"İngiltere devletini kendi devletine eşit gören" bir Paşa ile karşılaştığı için, ihtiyatsızlık edip karaya çıktığına kim bilir nasıl lanet etmiştir...
Aradan bir saat geçti geçmedi... İngiliz gemisinden bir müfreze ve bir teğmen çıktı. Amiralden - devleti adına- bir ültimatom getiriyordu, Başkomutan'a kendi eliyle verecekti. Paşa'ya bildirdim; "Gelsin" dedi.
Teğmeni içeri aldım. Ruşen Eşref tercümanlık yapıyordu. İngiliz çakı gibi bir Teğmendi. Paşa'nın karşısında gösterişli bir selam verdi ve Ruşen Eşref aracılığıyla ültimatomu Paşa'ya ulaştırdı.
Paşa:
-Peki Teğmen! Hükümetimiz ültimatomunuzu inceler ve hükümetinize gereken karşılığı verir. Siz geminize dönebilirsiniz...
Teğmen önce dışarı çıkacakmış gibi bir hareket yaptı, sonra da Ruşen Eşref'e dönüp:
-Başkomutan ellerini öpmeme müsaade buyururlar mı?
Ruşen Eşref, teğmenin dileğini Paşa'ya söyledi, Paşa:
-Nereden icap etmiş sor bakalım!.. dedi.
Teğmen:
-Asker olarak zaferlerine, insan olarak kendisine hayranım...
Lütfetsinler...
Teğmen Paşa'nın elini öptü, Paşa da Teğmenin yanağını okşadı. Odayı boşalttık. Az sonra Ruşen Eşref'i çağırdı:
-Metni okudunuz mu? Ne istiyorlar?..
-Paşam Amiral ile görüştüklerinizin yazı ile de pekiştirilmesi isteniyor.
-Öyleyse Halide Hanım'ı (Edip Adıvar) bulunuz, hemen tercümesini yapsın ve metin olarak bana getirsin... Öte yandan bir kopyasını şifre ile Dışişleri Bakanlığına gönderin gerekeni yapsınlar...
Durumu, ordu komutanı Nurettin Paşa'ya da bildiriniz. Gerekiyorsa benimle temas etsin...
Olay kısa bir süre içinde şehirde duyulmuştu...
İngiliz ve Fransızlar, kendi devletlerinin uyruğunda olanları gemilere bindirmeye başlamışlardı. Nitekim birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler...
Stalin’in Tavuğu
Stalin çalışma odasına yakın dostlarını toplamış sohbet ediyordu. Votka şişelerinin biri gidip, diğeri geliyordu. Kafalar iyice dumanlanmıştı. Stalin kan çanağına dönmüş gözlerini etrafında dalkavukluk yarışına girmiş adamlarına çevirerek sordu:
-Saçını ihtilalde, halk içinde, devlet yönetiminde, bürokraside ağartmış dostlarım... Söyleyin bakalım halkın yönetime baş eğmesi, kayıtsız şartsız itaat etmesi için yöneticiler ne yapmalı, nasıl davranmalıdır?
Her dumanlı kafadan bir ses çıktı. Kimisi adaletten, haktan söz etti... Kimisi demokrasiden... Kimisi sürgünden, sehpadan, hapisten...
Stalin, beğenmedi adamlarının izahatlarını...
Bir kadeh daha votka çekerek şöyle dedi:
-Yönetimi eline geçiren hükümdar en yücedir! Halkın karşınızda baş eğip durması için ne yapmanız gerektiğini durun da şu beyinsiz kafalarınıza çivi gibi çakayım...
Hemen hizmetçileri çağırıp emretti.
-Çabuk bana bir tavuk getirin...
Aceleyle bir tavuk kapıp getirdi adamları... Stalin, kafaları iyice dumanlanmış adamlarının gözleri önünde başladı canlı canlı tüylerini yolmaya tavuğun. Bütün tüyleri yolunup cascavlak kalan tavuğu odanın ortasına salıverdi, lider...
-Şimdi izleyin bakalım nereye gidecek bu şaşkın tavuk...
Zavallı tavuk bu azaptan kaçıp kurtulayım diye aralık kapıdan dışarı canını atayım diyor, soğuktan tir tir titriyor... Masaların altına giriyor, köşeli masa ayakları canını yakıyor... Duvar diplerine koşuyor teleksiz, tüysüz kanatları yara bere içinde kalıyor... Şömineye yaklaşıyor tüysüz derisi kavruluyor...
Çaresiz, tüylerini yolan Stalin'in bacakları arasına saklanıp, sığınıyor... O zaman Stalin, cebinden bir avuç yem çıkarıp önüne tane tane atıveriyor yolunmuş tavuğun... Yemlenen tavuk, Stalin nereye yönelse peşinden koşuveriyor..
Ağızları bir karış açık kalan dostlarına bakıp, şöyle diyor Stalin:
-Gördünüz mü, halk dediğiniz topluluk bu tavuk gibidir. Tüylerini yolup al ve serbest bırak... O zaman yönetmek kolay olur...
Stalin'in sofra dostları hayretler içinde kalıp:
-Vay anasını birader, adamdaki akıla bak, diye başlarını salladılar...
 
Oyun Kağıtlarının Papazları
Bir deste oyun kağıdındaki dört papaz (kral), şu dört tarihsel kişiyi
simgelemektedir:
Maça papazı: Kral Davud,
Sinek papazı: Büyük İskender,
Kupa papazı: Şarlman,
Karo papazı: Jül Sezar
Konuşan Heykeller
Bir kahramanın ölümünden sonra yapılan at üstündeki heykelinde atın iki ön ayağı yere değmiyorsa, o kahraman yaşamını savaşta kaybetmiş demektir; atın tek ayağı yere değmiyorsa, atın üstündeki kahraman savaşta aldığı bir yara nedeniyle sonradan ölmüştür; atın dört ayağı da
yere basıyorsa, üstündeki kahraman yaşamını doğal olarak yitirmiş demektir.
İngiliz Tarihinden İlginç Notlar
Bir dahaki sefer ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığı tam istediğiniz gibi değilse eskiden İngiltere'de bu işlerin nasıl yapıldığını düşünün.

1500'lerde İngiltere'de işler şöyle yapılıyordu:

İnsanların çoğu Haziran'da evleniyordu Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran'da hala çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son
olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü.
İngilizce'deki "banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın" (Don't throw the baby out with the bath water) deyimi buradan gelmektedir.

Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler,böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce'deki "kedi-köpek yağıyor" (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.

Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu.
Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.

Zemin topraktı. Sadece zenginleri zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır.

Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere
kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı "thresh hold" (saman tutan; Türkçesi "eşik") idi.

Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam
yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. "Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk,
kazandaki bezelye lapası dokuz günlük" (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur.

Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı. Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek
misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna "yağ çiğnemek" (chew the fat) adı veriliyordu.

Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu.
Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca
domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü.

Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve
küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında "tabak ağzı" (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.

Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.

Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna "uyanma" nöbeti deniyordu.

İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir "kemik evi"ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı.
Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu
mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur ("saved by the bell") bazıları da "ölü zilci" (dead ringer) olurdu.

Gerçekler bunlar. Kim demiş tarih sıkıcıdır diye..
Evliya Çelebi’ye Babasından Öğüt

Bir gün “Hoş geldin Bursa seyyahı, sefa getirdin” dedi babam. Oysa benim nereye gittiğimi kimse bilmiyordu. Ya da ben öyle zannediyordum. “Babacığım!Bu fakirin Bursa’da olduğunu nereden bildiniz?” deyince babam:
-Sen 1050 senesi Muharrem ayında kaybolduğun gece, ben nice etkili dualar okudum. O gece rüyamda seni gördüm. Bursa’da, Emir Sultan Tekkesi’ndeydin. Ağlıyordun. Gezi için izin istiyordun. O gece nice canlar, sana izin vermem için bana yalvardı. Ben de izin verdim.
Birlikte Fatiha okuduk. Bak oğlum, bundan sonra sana bol bol seyahat görünüyor anladığım kadarıyla. Ama öğüdümü dinle, dedi. Elimden tutup ayağa kaldırdı. Sağ eliyle sol kulağımı bükerek:
-Oğul!
-Sakın ola besmelesiz yemek yeme. Adam yoksul olur. Sırrın varsa en yakınına bile söyleme. İyi adını kötüye çıkarma. Kötüye yoldaş olma. Zararını çok çekersin. Sen daima ileri yürü! Gözüm benim, geri kalma. Ekili tarlaya basma. Dost payına göz dikme.Bir şey koymadığın yere el uzatma. İki kişi konuşurken dinleme. Ekmek ve tuz hakkını gözet. Davetsiz bir yere gitme. Gidersen, güvendiğin yere, dürüst kimseye git. Sır sakla. Topluluklardan duyduğun sözleri aklında tut. Evden eve söz taşıma. Dedikodu etme, ahlaklı ol. Herkesle iyi geçin. İnatçı ve kötü sözlü olma. Yaşlılara saygı göster. Senden büyüklerin önünde gitme. Her zaman temiz ol. Haram ve yasak olan şeylere yaklaşma. Beş vakit namazını bırakma. İlim ve erdeminle meşhur ol.
Oğul!
Büyük adamlarla, vezirlerle beraber olursun. Dünya için bir şey isteme ki kendinden nefret ettirme. Eline geçen malı boş yere harcama. Tutumlu ol ki kimseye muhtaç olma. Su uyur, düşman uyumaz. Uyanık ol. Allah yardımcın olsun. Bu öğüdümü kulağına küpe et, deyip enseme bir pehlivan tokadı vurmasın mı?
-Yürü! Sonunda hayır ola! Fatiha, dedi.
Tokadın etkisinden kurtulup gözlerimi açınca evimizin içi nurla dolmuştu. Hemen babamın elini öptüm. Bana on iki kitap hediye etti. Bir miktar da para verdi.
-Yürü! Ne tarafa istersen gidebilirsin. Ama gurbet elde tedarikli ol, cömert ol. Dertlilere yardım et.
Alnımdan öptü. Kalp gözüm açılmıştı.Heyecanlanmıştım, sevinmiştim. Ertesi gün, İzmit’e doğru yola çıktık.
 
Bir Pehlivan Gösterisi

Ortaya bir pehlivan çıktı. Def çalıyor, iki adamı da oynuyordu. İki adam birbirine sarıldılar. İkisi bir vücut oldu. İki başlı, dört kollu ve dört ayaklı, şaşılacak bir şey meydana geldi. Bir zaman öylece ortada döndüler. Sonra havuzun içine düştüler, kayboldular.
İki adam, vücutları pul pul iki ejderha oldu. Bahçedeki insanlar nereye kaçacaklarını bilemediler. Ağızlarından çıkan alevler, ağaçların yapraklarını yaktı, yapraklar sonbahardaki gibi yere döküldüler, iki ejderha saatlerce boğuştular, oynaştılar. Yılan gibi sarmaştılar. Havuza düştüler, suyunu insanların üzerine saçtılar. Halkın üzerine ateş kustular.
Derken pehlivanlardan biri tuttu, havuzda hacet giderdi. Havuz taştı. Deniz gibi dalgalanarak bağ içine akmaya başladı. Seyirciler ağaçlara tırmanıyorlardı. Bazısı atına binip kaçtı. Baktım ki boğulacağız. “Simya ilimidir, hayaldir” deyip direniyordum ama gücüm kalmadı. Yavaşça kralın annesi ile paşanın yanına çıktım. Su oraya kadar yükseldi, içinde binlerce deniz hayvanı belirdi. Oyunlar oynadılar, birbirlerini kovaladılar. Birbirlerini yutup yediler.
Ah, ne göreyim? Pehlivan denizden çıkıp kupkuru oldu. Bir ağaçtan bir ağaca perde gerdi. Elindeki sopa ile perdeye bir kere vurdu ve bağırdı:
-Dışarı!
Perde sallandı. Arkasından silahlı devler çıktı. Geçip gittiler. Sonra insan görünüşlü, fil kulaklı, aslan pençeli, kimisi fil tabanlı, kimi deve ayaklı silahlı bir grup çıktı. Birbirlerini vurup kırarak geçtiler. Onların ardından cin askerler yürüdü ki, anlatamam.
Mısır alacalarından elbise giymişlerdi. Elerinde birer kamış ve hasır parçası vardı. Gözeleri yuvarlaktı. Kimi sıçan kulaklı, kimi kedi kulaklı idi, kimi insan başlı, kimi kuş başlı, kimi balık başlı idi. Yeryüzünde ne kadar canlı varsa hepsine benziyorlardı. Genel olarak insan şeklinde idiler. Burunlarının orta direği yoktu. Birbirleri ile boğuşup geçtiler.
Havuzdan ortaya çıkan deniz bir anda kurudu. Devler, cinler, ejderhalar kayboldu. Bu kez perde arkasından dünyada ne kadar millet varsa hepsinden insanlar çıktı. Bahçenin içine dağıldılar. Kimi ağaçların altında oturuyor, kimi sohbet ediyordu. Ama sesleri yoktu. Hayal gibiydiler. Perdenin arkasından bunlara akıl almaz yemekler getirildi. Yediler, yediler, yediler... Yemeklerin güzel kokusu burnumuza geldi. Seyircilerden bazıları dayanamayıp sofralara oturdular. Onlar da yiyip kalktılar. Paşa sordu:
-Nasıl bir yemekti? Güzel miydi bari?
-Sultanım, kokulu bir yemekti. Yedik ama hala bir lokma yememiş gibi açız.
Pehlivan bir tüfek attı. Bütün yaratıklar, yemek yedikleri kapları alıp perde arkasına gittiler. Havuzdan pehlivan görünüşlü iki ejderha çıktı. Bahçeyi suladılar. Kavun, karpuz, hıyar tohumları ektiler. Bir anda bahçe, bostan tarlasına dönüverdi. Orada bulunanlar karpuz, kavun ve hıyara doydular. En iyilerinden yirmi otuz karpuz, kavun ve hıyarı paşa ile kralın annesine getirdiler. Kralın annesi tohumlu hıyardan yedi. Paşa bir şey yemedi. Pehlivana üç yüz altın bahşiş verdi. Pehlivan çok sevindi.
İkindiden sonra mehterhanemiz çalarken konağımıza dönüyorduk. Vadide beş on bin kişi toplanmıştı. Büyük bir ateş yakılmıştı. Ateşin karşısına salıncak kurulmuştu. Salıncakta elleri, ayakları bağlı bir güzel kadın vardı. Meğer bu kadın zina etmiş. Ateşe yakılacakmış. Paşaya göstermek için yolumuza durmuşlar. Paşa hiç oralı olmadı.
Birkaç dostumla birlikte, olayı seyretmek için orada kaldık. Dağ gibi odun yakmışlardı. Alevler, Nemrut ateşi gibi göklere yükseliyordu. Gemi direklerine kurulmuş salıncak zincirlendi. Bir adam, direklerin başına çıktı, oturdu. Zavallı kadını sarıp sarmalayıp salıncağa bindirdiler. Kadın bağırıyordu:
-Benim hiçbir şeyden haberim yoktur. İftira ediyorlar! İftira!
Hemen kırk elli kadar cellat, salıncağı hızla sallamaya başladı. Kadın alevler içine girip girip çıkıyordu. Direklerin başındaki adam, zinciri boşandırıverince kadın kuş gibi havada uçtu. Ateşin tam ortasına düştü. Cayır cayır yanıp kül olurken, seyreden kafirlerin kılı bile kıpırdamıyordu. Böylece ben de Nemrut mancınığını görmüş oldum. Ama hatırladıkça hala tüylerin kabarır.
Amber-i Çin Camii

Kırım’da zengin bir tüccar cami yaptırmaya başlar. Binlerce kişi toplanır, yardım eder. O sırada inşaatın yanından bir ticaret kervanı geçer. Kervan on katar deve, misk ve amber yüklüdür. Kervan sahibi selam vermez.
-Ey kervan sahibi, nereden gelip nereye gidersiniz? Yükünüz nedir? Diye sorarlar. Ama kervan sahibi oralı değildir. Kasıla kasıla geçer gider.
Cami yaptıran tüccar kızar. Adamlarıyla kervanı çevirir. Adamları, develerin üzerindeki bütün yükü indirirler. Yükte ne kadar misk ve amber varsa, sahibinin gözünün önünde, hepsini çamura katarlar. İnşaatın harcını, su ile değil de misk ve amberle kararlar.
Kervancı ne yapacağını bilemez. Hayret içinde oradan oraya koşuşturmaya başlar. Konuşur ama kimseye dinletemez. Tüccar onu alıp evine götürür. Büyük bir ziyafet verir. Yemekten sonra devlerine altın yükleyip:
-Var şimdi git can kardeşim. Ama selamı unutma! Der. Kendini de bir şey sanma.
Cami tamamlanır, ismini Amber-i Çin Camii koyarlar. Ne zaman ki yağmur yağsa, cami duvarları pek güzel kokar. Hatta ben, denemek için toprağından bir parça alıp ateşe koydum, hakikaten amber koktu.
Merkez Efendi

Merkez Efendi, tıp alanında çok faydaları olmuş, bilgin, ermiş bir kişidir. Onunla ilgili bir çok olağanüstü hikaye anlatılır. Onlardan birisi şudur:
Merkez Efendi bir gün namaz kılarken seccadededir. Birden yer altından bir ses işitir:
-Ben şurada, yedi bin yıldır bekleyen, kırmızı renkli, sudan lezzetli bir hayat pınarıyım. Beni yeryüzüne çıkar. Allah beni humma hastalığına ilaç yaptı. Beni bu hapisten mutlaka kurtar!
Merkez Efendi bu sözleri duyar duymaz yanındaki arkadaşlarına:
-Gelin dostlar, sizinle şu seccadenin olduğu yerde bir kuyu kazalım, der.
Besmele ile önce kendisi ayağını yere vurur. Ardından kazmalar, kürekler hazırlanır, bir çırpıda kuyu kazılıverir. Kuyudan kırmızı renkli, hoş bir su çıkar. Ve bu su, Merkez Efendi’nin duyduğu gibi istifadeli bir sudur. Kim sabahleyin aç karnına bu hoş lezzetli sudan üç yudum içerse, Allah’ın izni ile humma hastalığından kurtulurmuş.

Seyahatname’den Seçmeler (Evliya Çelebi)
İstanbul’daki Büyülü Şeyler

Bir zamanlar Ayasofya’nın güney tarafında, dört mermer sütun üzerine dört büyük meleğin resmi yapılmış. Bunlar dört ayrı bölüme bakarmış. Yılda bir kere Cebrail’i gösteren resim kanat çırpıp bağırınca, doğu bölgelerinde bolluk olur, derlermiş. İsrafil resmi kanat çırparsa, batıda kıtlık olurmuş. Mikail resmi kanat çırparsa, kuzey bölgelerinde bir kahraman çıkarmış. Azrail resmi kanat çırparsa, dünyanın her yerinde veba hastalığının çıkacağına inanılırmış. Hz.Peygamber’in doğduğu gece bir mucize olarak meydana gelen depremde sütunlar yıkılıp yerle bir olmuş.

Seyahatname’den Seçmeler (Evliya Çelebi)
 
 
Alıntıdır.


BAK,GÖR,İNCELE.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol