

İRFAN GEZER
İNSAN İKİ KERE DOĞAR BİR KERE ÖLÜR
İnsan iki yaşam biçimi içerisinde bulunmaktadır. Birincisi
Doğaya Doğmak : Her canlıda olduğu gibi insanda doğal bir ortama doğar. Her canlı gibi canlılık kümesini paylaşır. Yemek, içmek, üremek gibi diğer bir çok canlıda olan ortak özellikleri bulunmaktadır. Maddi ihtiyaçların karşılanmadığı bir ortamda insan bir üst küme olan düşünme eksenine geçemeyecektir. Mesela çok basit bir tabirle anlatmak gerekirse, karnı aç olan bir insan varlık nedir? Diye soru sorup varlık alanını sorgulamaz. Önce karnını doyurması gerekmektedir. Asli ihtiyacı olan önce temel ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Bu onun hayatta kalması için olmazsa olmaz bir koşuldur.
Hayata Doğmak : Doğaya doğan her insan doğar doğmaz, bu doğallıktan koparılır. Hemen alınır kundaklanır sarılır sarmalanır hijyenik bir ortama alınır. Dolaysıyla da doğadan koparılır. Zaten insan bu doğallığın bir parçası olup doğal yaşamayan tek varlıktır. Zaten insan yavrusu eğer doğaya bırakılırsa zaten yaşamını sürdürmez. Fakat kendisinin inşa ettiği bir hayat alnını kurmaya kullanamaya başlar. Hayat dediğimiz alan insanın esas yaşam alanıdır. İnsanın kendisinin inşa ettiği daha açık bir şekilde söylenirse, insanı insan yapan eserlerin değerlerin kısacası her şeyin ortaya koyulduğu alandır. Bu hayat alanını biraz açmak gerekirse;
İnsanın yaşadığı evreni tanıma isteği sonucu ürettiği açıklama denemesidir bu alan. Kültür dediğimiz kurum bu alanın açıklamasıdır. Kültürün üretilmesi ise insanın aklını kullanma serüvenidir. Kültürün batı dilinde ekinle ekmekle ilgili olması çok manidardır. Çünkü ekip biçmek sana doğanın verdiğinden daha fazlasını elde etme çabasıdır. Yani doğanın verdiği ile yetinilmeyip ondan daha fazlasını elde etme çabası olmaktadır. Yani akıl kendisini ürünlerinde gösterir. Doğada olmayanı doğadan almak ve bunun sürekli değişik formları ile geliştirilmeye çalışılması insanın hayat alanını kurmak çabasıdır. Doğada olmayanı doğadan çekip almak işin başka boyutlarını da içermektedir. Mesela fazla ürün elde etmek ihtiyaç fazlası ürünün ortaya çıkmasını sağlayacağından bu ürünün ne yapılacağı sorununu ortaya çıkarmaktadır. Dolaysıyla kültür, en küçük ayrıntılarından , en geniş boyutlarına kadar aklın ürünüdür.
Buraya kadar söylediklerimiz özellikle de insanın kültür kurumunun inşa edilmesi aşamasında en etkili olan şey Akıl kavramının vurgulanmasıdır. Fakat sadece akıl kavramına bakarak insanı anlamamız onu tanımamız mümkün değildir. Kültür aslında bir devamlılık sorunudur aynı zamanda. Mesela devlet bir kültürel kurumdur. Fakat her yerde her coğrafya da aynı şekilde ve biçimde tezahür etmeyebilir. Örneğin hep denildiği gibi Türk Devlet Geleneği aslında çok köklü bir kültürel kuruma atıfta bulunma isteğinden kaynaklanmaktadır. Fakat dediğimiz gibi tüm bu kurumlar akıl kavramı etrafında çok detaylandırılabilir. Fakat sadece akla bakarak yaptığımız ayrımlar tanımlamalar bizi eksik tanımlamalara götürebilir. Sadece bu açıdan bakmak işin çok fazla mekanik kısmına takılıp kalınmasına yol açabilir. Mesela bir doktor yaptığı tetkikler neticesinde hastanın biyolojik olarak hiçbir anormallik göstermediğini söylemesine rağmen kişi kendisinin çok rahatsız olduğunu iddia etmesi, orada çok fazla mekanik bir yaklaşımın olduğunu düşünebiliriz. Günümüzde çok yaygın olan alternatif tedavi yöntemlerine insanların gittikçe artan oranda rağbet göstermeleri bunun üzerinde ciddi şekilde düşünülmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Burada üzerinde durmamız gereken bir diğer kavram ise, Ruh kavramıdır. Ruh (Psyche), canlılık ilkesi olarak bitkileri, hayvanları, insanı diğer cansızlardan ayıran kavramdır. İnsanın kendi varoluş bilincinin kazanmasıdır diyebiliriz. İnsan olmanın ilkesi olarak Ruh, iki açıdan kültürde temel işlevi yerine getirir. İlki, insanın kendinin bilincine varması, yani kimliğini oluşturma çabasıdır. İnsan olmanın ne demek olduğunu kavramak için tarih anlayışının ve evren tasavvurunun oluşturulması gerekmiştir. İkincisi, öte dünya kurma çabasıdır.
Kendilik bilinci, kimlik sahibi olmayı gerektirir. İnsanın süreklilik arzusu ölümsüzlük arzusu her yerde kendini göstermektedir. Hem toplumsal hafıza bazında hem bireysel hafıza bazında düşündüğümüz zaman insanın bu en insani arzusunu anlamak hayati bir soru ve alandır. Bu aslında ölümsüzlük, yok olmamak, süreklilik arzusu, insanın burada yani canlılık hayat kümesi içerisinde kalarak hayatsızlık alanının kurulması demektir. Çünkü canlılık bir şekilde sonlanmaktadır. Biteviye olan bir kavram ve gerçekliktir. İnsanın bundan kurtulmak istemesi neticesinde kültürel kurumların inşa sürecine de girilmiş demektir. Bu bir nevi insanın itici motifidir.
Ölüm bir yok oluştur yaygın anlayışa göre. Yol olmaktan kurtulmak için, ölümsüz olan bir cevhere ihtiyaç vardır. Ölümsüz cevher olarak, ruh keşfedilmiştir. Böylece de insan yok olmaktan kurtulmuştur. İnsan bedeni olarak ölürken, ruhuyla bir başka boyutta var olmaya devam edecektir. Bu da ölümsüzlüğü garanti altına almaktır. Varolmak insanın bir kimlik meselesidir. İnsan kimliğine varoluşu ile sahip olmaktadır. Bu nedenle insan kimliğini koruyabilmesi için varoluşunu sürekli kılmak zorundadır. Yukarıda söylediklerimizi çok güzel ve öz bir şekilde özetlediği için TOLSTOY’un şu sözünü hatırlamak gerekir. “Ölümsüz bir hayat yaşamak için, bu dünyada ölümsüz bir hayat yaşamak gerekir.”
Aykut KARAHAN