Loading...

ATATÜRK VE LAİKLİK


 

 

Türkiye

İRFAN GEZER

 
                                   ATATÜRK VE LAİKLİK
 a) Laikliğin Anlamı:
     Laiklik geniş bir kavramdır.Onu bir tek cümle ile tanımlamak ,dört ayaklı bir masayı bir ayağı üzerinde durdurmaya çalışmak demektir.Çünkü laiklik hayata bakış,bir dünya görüşü ve bir yaşam tarzıdır. 
   Laiklik,dinin kişinin vicdan alanına ilişkin olması,sadece inanç ve ibadet konularını kapsaması,dünya işlerini dünyevi iktidarlar tarafından ve devletin de din kurallarına göre değil,değişen ve gelişen ihtiyaçlardan kaynaklanan akılcı kurallara göre yönetilmesidir. Lakin laiklikte devlet ve dinin ayrılığı devletin dinsel kurallara dayanmamasıyla tam olarak açıklanamaz.Laiklik;bir hoşgörüdür,bir anlayıştır,kişiye din ve vicdan konusunda özgürlük tanımak ve özgürlüğü de korumaktır,vicdan özgürlüğünün sigortasıdır,farklı dinsel inançlara ayrıcalık tanımamak,yasalar önünde kişilere dinsel farklılıklar güdülmeden eşit olmasını sağlamaktır,akıl ve bilimi de devlet ve toplum yaşamında egemen kılmaktır,yasal ve tüzel düzenlemelerin,dinin dayatmacı ve değişmez gereklerine göre değil,toplumun değişebilir,tartışılabilir gereksinimlerine ve bilimin,teknolojinin verilerine dayanarak düzenlenmesidir,dini politikaya alet etmemek,dinsel duygu ve inançların çıkarlara araç yapılmasına izin vermemektir,ümmetten millete,kuldan kişilik sahibi olmaya,kölelikten özgür olmaya giden yoldur,teokratik devlet düzeninin reddi,milli egemenliğe dayanan düzenin ise kaynağı ve hukuki omurgasıdır.Kişinin fikriyle,ruhuyla,şekliyle içinde yaşadığımız çağa uygun adam olmasıdır.
    Dünyada görünen görünmeyen her şey Tanrınındır buna itiraz yoktur.ama Tanrı dünyadaki her şeyi insanoğlunun kullanımına ve hakimiyetine vermiştir.Bundan dolayı din devlet yönetiminde güç unsuru olarak kullanılmamalıdır.Din,birtakım din koruyucusu görünümüne girenlerin çıkarları için kullandıkları bir silah olmamalıdır. Laiklik''dinle'' değil,''din'' i yönetimde bir güç olarak kullananlarla savaşan bir düşüncedir.Din,toplumsal bir olay değil,kişinin gönlüne ,kalbine yerleştirilmiş bir olgu,ruhsal bir kurumdur.Ve madde kadar ruhsal durumu da olan insanın buna gereksinimi vardır.Ama önemli olan kişinin kendisi ile Allahı arasına kimsenin girmemesi ve Ona olan sevgisini kimsenin paylaşmamasıdır.Laiklik işte budur...
 
b) Laikliğin Doğuşu:
    Bugünkü anlamda modern laikliğin ortaya çıkışı,yaşam tarzı şeklinde benimsenmesi bir aşamada değil,bir süreç içinde çeşitli aşamalardan sonra mümkün olmuştur.
    Dünyada laikliği hemen kabul etmeye arzulu bir din olmamıştır.Hemen hemen her din getirdiği kurallar itibariyle,insanın yalnızca ''öbür dünyasını''değil,daha çok pratik gereksinimler ve bilimsel gerekliliklere göre düzenlenip yaşaması gereken ''bu dünya''sını da düzenlemeyi amaç edinmiştir.Bu nedenledir ki,dünyanın her yerinde bütün dinler kendilerinde kabul ettikleri ''Tanrısal Hakları'' kolay kolay ''Laik Düşünce''ye vermemişlerdir.
   İlkel insanların ,tabiatın her şeyinden ,gök gürültüsünden,karanlıktan,taşan bir nehirden ve vahşi hayvanlardan ve hatta birbirlerinden korkmuşlardır.İlkel insan kümelerinde ''ata korkusu ve nihayet kabile ve kavimlerde ata korkusunun yerini alan ''Allah''korkusu ,insanların kafalarında,yaşamlarında sayısız yasaklar yaratmıştır.
    Eskiçağ toplumlarında kabile ,site v.b.başkanı olan kişi aynı zamanda dini reis ve dini otoriteyi temsil ediyordu.Başkanın yanında kahin,rahip gibi dini işleri yönetenler bulunuyordu.Fakat dini otorite başkanın elindeydi.Yaşam tarzında ise din bütün sosyal yaşamı kuşatmıştı.Bütün sosyal kurumlar dini bir renk taşıyordu.Dünya işlerini düzenleyen ,idare eden başkanlar dini yaşamın ve onun bekçiliğini yapan rahip ve kahinlerin otoritesi altındaydılar.Bu çağda demokratik idareler kurmuş olan yunan ve Roma devletlerinde bile ,din yönetim işlerine egemen idi.Din ile devlet arasında bu karşılıklı bağlılık laikliğin tam zıttı idi.Dine dayanan siyaset,dine dayanan ahlak,dine dayanan iktisat,dine dayanan sanat hüküm sürerdi.Bundan dolayı da bu toplumlarda dine ilgisiz hiçbir kurum ve yaşam alanı bulunmazdı.Toplumun başkanı olan savaş yapacağı zaman büyücüye,kahine,müneccime başvururdu.
   Bu özellikler Ortaçağ ve Yeniçağda da devam etmiştir.Bu çağlardaki kurulan ve yaşayan devletlerin hepsinin temelini din oluşturmuştur.Hükümdarlar kişisel egemenliklerini destek yaratmak için,yetkilerini''din''den almaya yönelmişlerdir.Böylece egemenlik dine dayandırılınca hiristiyan din adamları da güçlerini tanrıdan alan ilahi hükümranlıklarını kurmaya yönelmişlerdir.Bu durum çatışmalara neden olmuştur.
    Hiristiyanlığın özünde dünya yaşamını ilgilendiren kurallar yoktur.Hiristiyanlık,kişisel ahlakla,imanla ilgilenen bir din olarak ortaya çıkmıştır.Dinin yayıcısı İsa Peygamber,bu dünyanın her türlü nimetine sırt çevirmiş ve krallarla,hükümdarlarla,yönetim konusunda,bir sürtüşmeye girmemiş ve yönetime talip olmamıştır.Ancak bu anlayış İsadan sonra devam etmemiş,hiristiyanlık farklı biçim almış,dünyevi hükümranlık mücadelesine yönelmiştir.Bu gelişmeler sonucunda da laik yaşam biçimine ulaşılmıştır.
  Laiklik,Hiristiyanlığın eski Roma'dan başlayarak Avrupa devletlerindeki uzun ve kanlı mücadelelerinden sonra ortaya çıkmıştır.Şöyle ki;
    St.Paul,60 yılında Romaya gider.Amacı Hiristiyanlığı yaymaktı.O zaman Roma imparatorluğu çok tanrılı dinler ülkesiydi.İmparator Jül Sezar'dan itibaren Mısırdan alınan ''tanrı-imparator''(Dominus et Deus) ünvanı kullanılırdı.Bu ünvanın hakim olduğu anlayışa göre herkesin tanrısına karışmamaya dayanan bir hoşgörü vardı. Bu höşgörü ''tanrı-imparator''inanışına ve diğer tanrılara karşı çıkılmaması halinde geçerli idi.Hiristiyanlar bu anlayışa ve inanışa karşı çıktılar.Tek imparatorluğun bütün insanlığı kucaklayan tanrının imparatorluğu(Civitas Dei) olduğunu ileri sürdüler.Bu karşı görüş çatışmalara neden oldu.Hiristiyanlar devlet terörüne maruz kaldılar.Bu zorluklar Hiristiyanların sağlam ve örgütlü bir güç haline gelmesine zemin hazırladı ve sonuçta kilise teşkilatı vücut buldu.Siyasi,hukuki ve sosyolojik bir varlık haline geldi,hiristiyanların herşeyi oldu.Kilise dışında kurtuluşun olamayacağı(1442 yılında Floransa Konsilinde''doğma'' olarak benimsenmiştir) yani kilise dışında dine inanış kavramının bulunmadığı ifade edilmiştir.[1] Böylelikle dünyayı ''Tanrının İmparatorluğu''(Civitas Dei),kendisini de İlahi hükümranlığın temsilcisi olarak gören Kilise, adına birde Grekçeden aldığı''katholikos''(katolik=evrensel)sıfatını ekledi.Hiristiyanlık çoğalmaya başlayıp siyasi bir güç haline gelince de İmparator Konstantin 381 yılında Hiristiyanlığı ''devlet dini''olarak resmen kabul etti..Daha sonraları hiristiyanlık Katolik,Ortodoks vs. gibi mezheplere ayrılır.Bu gelişmeler içinde yeryüzünde ilahi hükümranlığı temsil eden kilise,bu anlayıştan hareketle bir de ''kleros''(ruhban) isminden türetilmiş,ruhban sınıfı(clericatus,) denilen bir yönetici sınıfa sahip olur.Bu ruhban sınıfı ,Tanrının kendisine hizmet etmeleri için ,hiristiyanlar arasından bir sınıfı seçtiği inanışından oluşmuştur.Ruhban sınıfı dışında kalan Hiristiyanlara ise ,Grekçede ''kendi üstündekilerin otoritesine tabi halk''anlamına gelen ''laos''dendi.(Laik).  
   amanla kilise ve dolayısiyle ruhban sınıfı,güçlenmesine parelel olarak,sıradan laik Hiristiyanlar üzerinde bir takım hukuki yetkilere sahip ayrıcalıklı bir sınıf haline gelirler.Bu sınıf da kendi içinde tekrar,Regulier ve Seculier diye iki zümreye ayrılır.Birinci zümreye dahil olan ruhaniler,(regulır'lar)hayattan uzak yaşayan ve manastırlara kapanıp ömürlerini ibadetle geçiren ZAHİT'ler(tekkenişler)dir.İkinci zümre(seculierler) ise,papaz,piskopos gibi halk içinde ve herkesle birlikte yaşayan Kilise hadimleri ve bilfiil dini vazife gören ayin sahipleridir.Ruhani sınıfın bu iki zümresine mensup olmayan fakat hiristiyan olanlara laik denmiştir.
     Döndüncü yüz yılda başlayan kavimler göçünün sonucunda Avrupa'da ortaya çıkan derebeylik yönetimlerinde ruhani sınıf,derebeyler ve krallar arasındaki nüfuzunu sürdürür ve hiristiyanlığı devlet dini yapma,hatta devlet olma yolunda faaliyete girişir.Kilise bu yolda amacına ulaşmak için şiddete başvurmaktan kaçınmaz ve vahşete varan uygulamalarda bulunur.
   Gerçi Hiristiyanlık ,''İmparatorların şeylerini imparatora,Tanrının şeylerini Tanrıya ödeyin''[2] emrinden mülhem,''dünyevi'' ve ''ruhani'' olmak üzere iki yönlüdür ve ayrıca Tanrı, hiristiyanlığı korumak ve savunmak için biri dünyevi öteki ruhani iki kılıç vermiştir.[3] Ve bunların ikisi de Papaya verilmiş,papa dünyevi olanını imparatora vermiştir,ama diğer taraftan da''Hiç kimse iki efendiye birden kulluk edemez.''[4] şeklindeki inanış,her iki iktidarın yetki sınırlarının belirlenmesini zorlaştırmış ve böylece Kilise ile devlet arasında Ortaçağın ikinci yarısında cereyan eden tartışmaların konusunu teşkil etmiştir[5].
    Ortaçağ boyunca hiristiyanlık başarılarını sürdürerek giderek kurumsallaşmış,kilise,devlet içinde devlet olmuş,kendi okullarını,manastırlarını,kilise ve katedrallerini kurmuş,vergiler toplamış ve tanrının dünyadaki temsilcisi olduğunu ileri sürerek,iktidarlardan,hükümdarlardan da üstün olduğunu öne sürmüştür.Ortaçağın dinsel kurumları genelde sevgi ve hoşgörünün değil,kan,eziyet ve ölümlerin,katliamların hatıra geldiği kurumlar olarak tarihe geçmiştir.
 Hiristiyan dünyasında katolik mezhebine mensup Batı Avrupa toplumlarının laikliği benimsemeleri zor ol-muştur.Hz İsa ''Dünya işlerini krallara,imparatorlara,dünyevi liderlere bırakınız.''dediği halde kilise,zamanla güçlendikçe ,devletin temel yetkilerini ve egemenlik alanlarını devletin elinden almak istemiş ve böylece papalar ile imparatorlar arasında fikir savaşı yapılmış,uzun yıllar süren bu savaşın sonucunda Almanyada başlayan Reformasyon hareketiyle yenilmiştir.Bunun sonucu olarakta Almanyada Protestanlık doğdu.ilk kez laiklik eğitimde uygulandı.(Böylece laik yönetime doğru ilk adım atılmış oldu.)İngilterde Anglikanızm,Fransada Kalvenizm gibi mezhepler ortaya çıktı.Mezhepler arası din savaşları oldu.Bu gelişmeler içinde insanlar bir din veya mezhebe inandıkları veya inanmadıkları için işkenceye tabi tutuldu,tarifsiz zülümlere uğratıldı,engizisyon mahkemelerinde mahkum edildiler.16.asırda Fransada St.Barthelmy katliamı ile,sırf protestan oldukları için 3000 kişi kılıçtan geçirilmiştir.Yine aynı yüz yılda İngilterde koyu katolik olan 1.Mary Tudor 'un yaptığı''kanlı kraliçe''olayı denilen zülümler.Bu örnekler gösteriyor ki insanlık,din adına yapılan bu zülümlerden vicdanlar ve dini inanışlar üzerine yapılan baskıdan çok ızdırap çekmiş,yılmış ve yine bu nedenlerden dolayı da 1789 Fransız ihtilalinden itibaren kurulmaya başlayan milli egemenlik esasına dayanan ,çağdaş devletlerin Anayasalarında ,din ve vicdan özgürlüğü en başta gelen temel hak ve hürriyetler arasında yer almıştır.    
    Ortodoks mezhebine mensup doğu Avrupa devletlerinin ise laikliği benimsemeleri kolay olmuştuıtr.Protestan mezhebine mensup olanlar ise Reform hareketinin öncüsü ve lailkliğin de ortaya çıkışını sağlayan topluluk olmuşlardır.
 
c) LAİK YÖNETİMLERE GEÇİŞ:
 Ortaçağ Avrupasının düzeni eşitsizlik üzerine kurulmuş feodalizm denilen bir düzendi.Bu düzende sınıflar vardı.Yöneten durumunda bulunan soylular ve rahipler ''Tanrının seçkin kulları''olarak kabul görüyor,zenginlikler içinde bulunuyorlar ve devlete vergi vermiyorlardı.Yönetilen durumunda bulunan köylülerin ise hiçbir hakları yoktu,yoksulluk içinde bulunuyorlardı ve devlete vergi ödüyorlardı.Çoğrafi keşifler sonucunda ticaretle uğraşan ,adına burjuva denilen zengin bir sınıf ortaya çıktı.Bu sınıf varlıklı olduğu halde soylular sınıfına dahil değildi,vergi ödemekle mükellefti.Bundan dolayı köylüler ile birlikte hareket edip soylulara karşı savaştılar.Ekonomik alandaki güçlerini siyasal alana taşıdılar, verdikleri mücadelenin sonucunda ''Tanrısal Güçlerin'' egemenliği yıkıldı,halkın iradesine dayanan bir yönetim felsefesi doğdu ve uygulandı.Bunun adı laik Cumhuriyet oldu.
    Tarihte ilk kez batı dünyasında 16. Yüz yılda Reform hareketleriyle laik eğitime geçilmiş,ancak laikliğin ilke olarak devlet temellerine girmesi 1789 Fransız devrimiyle gerçekleşmiştir.Böylece yakınçağ laik yaşam çağı olmuştur.Ancak dini devletten ayırmanın ilk tatbik yeri Amerika olmuştur.Orada New England kolonisinde Roger Williams,dini devletten ayırmak fikrini ileri sürdüğü için memleketten çıkarılmıştır.Bunun üzerine hoşgörüsüzlüğe uğrayanlara sığınak olmak üzere''providence''şehri kurulur.Burada da zamanla laik Rhode Island eyaleti meydana gelir(1663).Onu diğer eyaletler takip eder.A.B.D de 1783'de bağımsızlığını kazanınca 1789 'da laiklik prensibini kabul eder.
   1789 ihtilali Fransa'ya,din özgürlüğünü getirmiş ise de,aynı yıl çıkarılan hukuk beyannamesinin başında ''ulu tanrının huzurunda ve koruyuculuğu altında''sözleri yer almış ve devletin resmi mezhebi Katolik olarak korunmuştur.Fransa'da laiklik ancak 19'uncu y.yılın sonunda tam anlamıyla gerçekleşmiştir.
   İngilterede din ve vicdan özgürlüğü daha evvel gerçekleşmiş olmakla beraber,kral,İngiliz Kilisesinin doğal başkanıdır ki,bu bir geleneğin devamıdır.Yazılı bir anayasası bulunmayan İngiltere'de laiklik,kanun ile ifade edilmemiş ise de İngiltere de laik bir devlettir.
    Laik bir ülke demokrasi ile yönetilebileceği gibi,sert bir diktatörlük de olabilir.Bir ülkenin yönetim şeklinde,biçiminde ''din ''etkisi yoksa o ülke nnasıl yönetilirse yönetilsin laik bir ülke olabilir.Çünkü laiklik konusunu gündeme getiren,''din''in yönetimin gücü olarak kullanılması vveya kullanılmamasıdır.
    Birinci Cihan Harbi Avrupa'nın son krallarını da tasfiye edince ,laik ,demokratik yönetimler çoğalarak çağa damgasını vurmuştur.Ancak bugün bazı Avrupa devletlerinin resmi dinleri ve kralları yaşamakta iseler de,bunlar birer gelenekten ve sembolden başka bir şey değildir.O ülkelerde de gerçek demokrasi ve laik kanunlar hüküm sürmektedir.
 Tarih boyunca ,din adına yapılan savaşlar,cinayet ve haksızlıklar,diğer mücadelelerden ve savaşlardan daha fazla insan kanı dökmeye sebep olmuştur.Ancak laik düşüncedir ki bu anlamsız mücadeleyi ve korkunç savaşları ortadan kaldırmıştır.
 
d) LAİK YÖNETİMDE FARKLILIKLAR:
    Avrupa'da yakın çağda modern manasına kavuşan laiklik,toplumların yapılarına göre şekil almış bunun sonucunda dar ve geniş anlamda olmak üzere iki biçim aldığı görülmüştür.Dar anlamlı biçimde;devletin yönetim kuralları dinin dışındadır,vatandaş istediği dine girmekte serbest ve devlette dinlere karşı saygılıdır.Ama devletin,toplumun çoğunluğunun üyesi olduğu dine karşı tutumu değişiktir.Bu dine fazla özen gösterir,din adamlarını korur,din işleri ile uğraşan cemaatlere yardım eder,dinsel ayinlerini yayın araçları ile yayar,kiliseye kayıtlı olan vatandaşlara vergi(kilise vergisi)ödetir.Ancak kaydını sildiren vatandaşa bunu yüklemez.Günümüzde özellikle Batı Avrupa devletleri laikliği bu anlamda uygulamaktadır.Kültür düzeyi yüksek ülkelerde ,devletin dinin dışında kalması yoluyla desteklemesi sakıncalı değildir.Çünkü devletin temeli laikleşmiştir.Düşünce ve vicdan özgürlüğü sağlanmıştır.Geniş anlamlı biçimin de ise;devlet vatandaşların din işleri ile olumlu biçimde bile uğraşmaz.Dinsel kurumlara yardım etmez,destek olmaz.Devlet, din ilişkilerinin tamamen dışındadır.Cemaatler yönetimi vardır.Bugün A.B.D'de bu örnek görülmektedir.En ülküsel laiklik kuşkusuz bu anlayış tarzıdır.Ama vatandaşın böylesine boş bırakılması özellikle henüz kültürel kalkınmasını tamamlamamış ülkelerde sakıncalı olabilir.(Türkiyede olduğu gibi).Bu ülkelerde devletin laikliği koruması gereklidir.Yani vatandaşın dinsel işlerle uğraşması tam anlamı ile serbest bırakılacak,ancak bundan doğabilecek tehlikeler de devletçe önlenecektir.
 '' Dünyada laik devlet sayısı kadar ,laiklik uygulaması vardır.Bazı laik devletlerde dinsel dernek kurma serbesttir.Dini eğitim ve dinsel propagandaya müsade edilmektedir.Amerikada ,kilise,siyasetle uğraşır.Hollanda,Belçika,Almanya ve İngiltere 'de din partileri vardır.
   Batıda imanla,düşünce alanları;inançla,günlük hayat ve onu belirleyen siyaset birbirinden ayrılmıştır.
    Batıdaki bu alanlar arasındaki rekabet,hiçbir zaman savaşa dönüşmemiş ve karşılıklı birbirini ezmeden ,birbirini yok etmeye çalışmadan,bugüne kadar özerk bir şekilde yaşayıp gelmiştir[6].''
 ''ABD'de ya da bir başka ülkede devlet başkanı İncil'in üstüne el basarak yemin eder.Hiç kimse bunda Potansiyel bir tehlike görmez.Aynı biçimde mahkemelerde de İncil üzerine yemin edilir ve bundan hiç kimse rahatsızlık duymadığı gibi''Hiristiyan düzenini geri getirmek istiyorlar''diye kimse endişelenmez.
   Ancak bu ülkelerde bir Müslüman mahkemede ifade verecek olsa,İncil üzerine değil,Kur'an üzerine el basarak yemin eder ve bu da kimseye batmaz.Bir ateist de aynı rahatlıkla Tanrı tanımaz olduğunu beyan ederek,yemin etmeyi reddedebilir.Ne kimse kızar buna ne gocunur.Bu tür ülkeler sorunlarını aşmış ülkelerdir.Hiç bir grubun ,''devleti''din esaslarına göre yönetme''konusunda hiçbir gayreti yoktur.''[7]
    Her devlete can veren ,kurulmasında ve yaşamasında en önemli rolü oynayan belli düşünceler ,akımlar,anlayış biçimleri vardır.Devletlerin pek çoğunda 18.yüz yıl sonuna kadar yol gösterici baş ilke din olmuştur.Devletin temeli din olunca ,her devletin benimsediği dine,mezhebe göre işleyişi değişir.Zira dünya üzerinde çeşitli dinler olduğu gibi,her dinin de içinde türlü anlayış ve uygulama farklılıkları(mezhepleri)vardır.Böylece temelinde Hiristiyanlık yatan bir devletle Müslümanlık yatan bir devlet birbirinden çok farklıdır.
 
e) İSLAMDA LAİKLİK:
 İslamlıkta Tanrıya ilişkin din işleriyle,günlük işler birbirinden ayrılmıştır.Fakat İslam dinin ilk kez arasında yayıldığı Arapların belli bir devlet düzeninden yoksun olmaları,Hz Muhammed'i devlet kurmaya yöneltmiştir.Devlet ve toplum hayatını düzenlemek için Kur'an hükümlerine dayanan bir hukuk sistemi oluşturmuştur.
   'İslam dünyasında ''Laiklik felsefesi'' Hz Muhammed zamanında başlamıştır.Hz muhammed yaşarken bazı olayları Kur'ana göre çözememiş ve kendisi bazı kararlar,çözümler üretmiştir.Daha sonra bu bu kararlara ''Sünnet''denmiştir.
    ''Zamanın değişmesiyle hükümlerde değişir'' Hadisi Şerif'i katı bir tutuculuğu uygun görmemiştir.Bundan dolayı bazı durumların çözümlerinde''kıyas'',''içma'' ve fıkıh kullanılmıştır.
   Bunun yanında,''İslamın ilk devirlerinde bilimin ,idarenin ve siyasetin merkezi camilerdir.Emeviler döneminde ''müspet bilimlere''yeteri kadar değer verilmemiştir.İslam devleti genişleyince camilerin yanlarına''idari merkezler''kurulmuştur[8].''
     İslam bilginlerinden ''Harranlı İbni Taymiya (1262-1328),Kur'anda vergi olarak yalnız ''Zekat'' ın emredildiğine oysa ki, bir devletin görevlerini,gereği gibi yapabilmesi için Tanrının emretmediği vergilere de ihtiyaç bulunduğunu ileri sürerek,bu çeşit vergi verenleri ayrıca ''Zekat''vermeye Şer'an mecbur olmadıklarını bildirmiştir.[9]
    Bu örneklerde olduğu gibi durmadan ilerleyen hayata hukuku uydurabilmek için yorumlar yapılarak
çok elverişli çözümlere varılmıştır.İçtihat denilen bu çözüm biçimleri üç yüz yıl kadar durmadan uygulanmıştır.Ancak hicri üçüncü yüz yılda ,İslam dünyasının doğusunda bir endişe oluşur:''Durmadan içtihat yaparsak,günün birinde dinin ilkeleriyle ters düşeriz.Öyle ise artık içtihat yapılmasın.Mevcut içtihatlarla yetinilsin''Bu görüş dinden çıkma korkusu yüzünden kısa sürede bütün İslam dünyasına yayılır.Artık içtihat yapılmamaya başlanır.Böylece her türlü gelişmeyi engelleyen,dini doğmalara dayanan skolastik bir zihniyet oluşur.Tassupluk içine düşülür.Bu durum da gelişememenin ,geri kalmanın en önemli temel sebebi olur.
   Türkler içtihat kapısını kapanmasından sonra İslam dinine geçmişlerdir.Kısa sürede İslamlığın en güçlü temsilcisi durumuna gelen ,bu dini bir yandan koruyan,bir yandan yayan Türkler,kurdukları devlerde İslam hukunu uygulamışlardır.Özellikle Osmanlılar,İslam hukukunu ustalıkla ve incelikle kullanmışlardır,bu hukukun düzenlemediği alanlarda padişahın kural koyma yetkisini tanımışlardır.
 Fatih sultan Mehmet yaşadığı sorunlara ,şeriat kuralları ile çözüm bulamayınca ,kendi adını taşıyan ''Fatih Kanunnameleri''diye kanunlar çıkarmıştır.Böylece Örfi hukuk oluşturulmuştur.Kanuni Sultan Süleyman da aynı şekilde bir çok kanunlar çıkartmış ,örfi hukuku genişletmiştir.
 Özellikle X1X yüzyılda ,İslam hukuku her bakımdan yetersiz bir duruma geldiği için,Tanzimat döneminde islahatlarla düzenlemeye gidilir.İslam hukukunu düzenlemediği alanlarda Batıdan yasalar alınır,yeni ve eski hukuk kurallarından oluşan Mecelle denilen bir hukuk oluşturulur.
    Bunu yanında Sultan Abdülmecid döneminde yayınlanan Gülhane Hattı Hümayunda,din ve mezhep hürriyeti öngörülmüştür.''adliye'' ve milli eğitim işleri'' Şeyhülislamdan alınarak Sadrazama bağlı iki bakanlık haline getirilmiştir.Böylece din ve dünya işlerini birbirinden ayrılmış, ''Laik düşünce'' az da olsa hayata geçirilmiştir.Laiklik sözcüğü de ilk defa ''La dini,la ruhbani''şekliyle kullanılmıştır.Meşrutiyet döneminde,1876 ''Kanun_ı Esasiyenin on birinci maddesiyle laikliğe doğru yöneliş Anayasa teminatı altına alınmış ve ikinci Meşrutiyet döneminde 1909 tarihli Kanun-Esasiye ile de bu durum aynı şekilde muhafaza edilmiştir.
    Osmanlı devletinin Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerindeki laik gelişmeler devletin temel yapısını değiş-tirmeye yönelik gelişmeler değildir.Çünkü,toplumun üyeleri yalnız dinsel kurallar içinde düşünebiliyorlardı.İs-lam esaslarını ,günlük yaşayıştan silebilmek olanaksızdı.Devlet dine eşitti.Daha başka deyimle ,din demek devlet demekti.Yeninin yanında eskinin yaşatılmaya çalışılmasının temel nedeni buydu.Laik ,akılcı ve bilime yönelik bir zihniyet,devlet ve toplum hayatına egemen olabilmiş değildi.
 
f) İSLAMDA DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ:
   Laikliğin bir yönü ,toplumun bütün fertleri için din hürriyetidir.Din hürriyeti de,bir yandan Vicdan (inanç)hürriyetini,öte yandan ibadet hürriyetini kapsar.laikliğin bu yönünün tarihimizdeki yerine bir göz atalım.
 Türk tarihinin Türk İslam devletleri döneminde,Türkler egemenlik altına aldıkları ülkelerdeki halkların dil,örf ve adetlerine karışmamışlar,onların dini kurumlarına müdahalede bulunmamışlar ve onlara geniş bir din ve vicdan hürriyeti tanımışlardır.Rönesans çağı düşünürlerinden Campenalla da ''Güneş sitesi''(Civitas solis)adlı eserinde düşünce ve inanç hürriyetine karışmayan,bilakis saygı gösteren Türkleri övmüş,aradığı ''Güneş ülkesi''nin belki de Türkiye'de bulunabileceğini söylemiştir.Yine Osmanlı Türklerinin İspanya da engizisyon zülmüne uğrayan Yahudileri 15. Ve 16 asırlarda mülteci olarak hiçbir ülkenin kabul etmemesi karşısında onları ülkelerine kabul edip taşımaları tarihi bir gerçektir.Büyük Fransız düşünürü Voltaire,Müslümanların (Arapları)İspanya ve Portekiz'e egemen oldukları dönemlerde,Hiristiyanların din ve vicdan hürriyetine asla karışmadıklarını yazmıştır.Osmanlı devletinin kuruluş döneminde,Balkanlarda ki Hiristiyan halkın Osmanlı yönetimini istemeleri ve benimsemeleri(Mora halkının Fatih'e mektup gönderip yönetimi altına girmek istedikleri࡮i bildirmeleri),Ankara savaşı sonrası fetret döneminde Balkanlardaki Hiristiyan halkın ayrılma girişiminde bulunmamaları,Osmanlı yönetiminden memnuniyetin birer göstergeleridir.Tarihimizin derinliklerine gidersek bu örneklerin arttığını görürüz.Bütün bunlar''klasik laiklik''diyebileceğimiz bir anlayışın uygulanması ve göstergesidir.
     Fakat Müslümanların diğer dinlere hoşgörülü bakışının aynısını kendi vatandaşlarına göstermediğini,Hiris-tiyan ve Yahudiler kadar kendi ülkelerinde geniş bir din ve vicdan hürriyetine sahip olmadıklarını görmekte-yiz.Dört Halife döneminden itibaren Emeviler ve Abbasiler zamanında ve 16.yüz yılda Osmanlı devletinde devlet bazı dini akımlara ve din bakımından temel yönden ''saptıklarını''ileri sürdükleri inanç ve tarikatlara(Rafi-zilere,mürtetlere)karşı amansız bir mücadele sürdürmüşlerdir.Büyük sofilerden Nesiminin ve En'el Hak diyen Hallac-ı Mansur'un öldürülmesi olayı,Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim'in şiilere karşı pek sert ve aman-sız davranması ,yine Osmanlı hükümdarı Anadoluda sık sık başgösteren ve çok defa dini,mistik unsurlarla da karışan fakat kökeninde ekonomik ve sosyal bunalımların da yattığı tarikat isyanlarını ,Şeyh Bedreddin Simav-na'nın ve Kalenderoğuları gibi liderlerin öncülük ettikleri akımları kan ve ateş içinde bastırmaları,Osmanlı devletinin kuruluşunda rol oynayan ve ilk padişahların da dahil olduğu ya da öyle gösterildiği ve yeniçeri ocağının da ''resmi''tarikatı olan Bektaşiliğin ,1826 yılında Yeniçerilik ile birlikte kaldırılması ve amansızca sindirilmesi örnek gösterilebilir.Siyaset ve devlet işlerine karışmayan bazı tarikatlara karşı ise hoşgörülü
davranılmış ve müsamaha gösterilmiştir.(Mevlevilik gibi)
 İslamiyette din adamlığı ve dini dereceler yoktur.Bu sıralama hiristiyanlıkta vardır.Onlarda papaz daha sonra patrik ve en üsttede papa bulunmaktadır.Bunların her birinin ayrı ayrı makamı,sorumlulukları ve yetkileri vardır.Müslümanlıkta ise ne kademeler ne de böyle sıralama vardır.Fakat Osmanlı devletinde bu parelel de değişimler olmuştur.Şöyle ki:
    Bütün İslam ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı devletinde de müftüler vardı.Devlet merkezindeki müftüler taşra müftülerine göre biraz üstün iselerse de aralarında büyük bir fark yoktu.Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethinden sonra o devrin en yüksek ilim sahiplerinden Celalzade Hızır Bey'e ''Şeyhülislam''unvanını''verdi.
 Şeyhülislam,devlet idaresinde yapılmayacak işlerin ''dini açıdan'' uygun olup olmadığına karar vermeye başlamıştır.verdiği fetvalar sanki Allah buyruğu gibi her türlü tartışmanın üstünde tutularak derhal yapılırdı.
   Yavuz Sultan Selime kadar Osmanlı hükümdarları sadece devlet reisi idiler.Mısır'ın alınmasıyla Halifelik 1517'de Osmanlılara geçti.Padişah,''Halife'' unvanı aldı.Böylece bir ruhaniyet kazanıldı.
     Şeyhülislam,şeriatın koruyucusu ve ''Halife -Sultan'' ın dini rehberi olarak,devlette çok önemli ve güçlü bir makama sahip oldu.Başlangıçta ,şeyhülislamları''Halife -Sultan''lar seçer ve o makama getirirlerdi,ama bir defa o makama geldi mi,Şeyhilislam o kadar güçlü olurdu ki,bu güç;onun vereceği''fetvayla'',''Halife-Sultan'' ı hükümdarlıktan azle kadar gidebilirdi.
   Şeyhülislamlığın altında sırayla şeyhler,dervişler,türbedarlar,,seyyitler ve dedeler türemiş onlarda kendilerine dinin temsilcisi payelerini vererek,bulundukları bölgelerde,yapılan işlerin dine uygun olup olmadığına karar verir duruma gelmişlerdir.
 Zamanla başta bulunan Şeyhülislam dahil bütün kademelerdeki din görevlileri bozulmuş ve yapılacak ya da yapılmayacak işlerin dine değil de kendi çıkarlarına uygun olup olmadığına bakarak karar vermeye başlamışlardır.Örneğin ;Matbaa ''dine aykırıdır.Matbaa kafir icadıdır.Matbaa da bir kitap yazmak dinen caiz değildir.''Fetvaları ile ''din elden gidiyor'' diye matbaanın gelmesine karşı çıkılmıştır.Aslında elden giden din değil ,bir kısım esnafın çıkarları idi.Çünkü yazılar,hattatlar tarafından elle yazılıyordu.Elden giden bunların ve çevrelerinin çıkarları idi[10].
   18 .Asırda batı tarzı asker yetiştirme konusunda devrin Vak'a Nüvisti(saray tarihçisi) Vasıf Efendi düşünceleri ni şöyle açıklamıştır.
 ''Avrupalı düşünürler Allahın ''Umur-u Cüzziyede''hiç eli olmadığına inanırlar,bundan başka ,onlara göre savaş faaliyeti ''Umur-u Cüzziyeye'' dahildir.Bundan dolayı Avrupalılar en iyi harp araçlarını sağlayan tarafın savaşı kazanağına inanırlar.Biz ise bunun böyle olmadığını ve muharebede galibiyetin imana bağlı olduğunu biliyoruz[11].'' Savaşta moral gücü önemlidir.Fakat en önemli etken silahların olduğu aşıkardır.Tarihte böyleydi,günümüzde de böyledir.
   Yine Türk İstiklal savaşında vatanını ve istiklalini,namusunu,varlığını korumaya çalışanları,Osmanlı Şeyhülislamı yayınladığı fetvayla ''kafir ve katli vacip'' ilan etti.Böylece dini tam anlamıyla kötü politikaya ve vatan ihanetine alet ettiler.

 g)ATATÜRK'ÜN LAİKLİK ANLAYIŞI:
   Atatürk laiklikle ilgili düşüncelerini yakın arkadaşlarına ve toplantılarda zaman zaman açıklamıştır.O'na göre laiklik,sadece din ve devlet işlerinin ayrılmasından ibaret bir devlet yönetimi prensibi değil,aynı zamanda bir hayat tarzı ,dünya ve toplum sorunlarına akılcı ve bilimci bir bakış açısıdır.Bundan dolayıdır ki laiklik,Türkiye'nin çağdaşlaşması temel hedefinden ayrılmaz ve onun zorunlu bir parçasını oluşturur.Gene bu temel öneminden dolayıdır ki laiklik,Anayasamızda özel olarak korunmuş ve laikliği dolaylı yollardan çökertmeye çalışabilecek siyasi akımların etkinlik kazanmasına sed çekilmiştir.
 Atatürk,''laikliğin asla dinsizlik olmadığı gibi,sahte dindarlar ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için gerçek dindarlığın gelişmesini temin etmiştir.''diyerek laikliğin önemini vurgulamıştır.   
      Laiklik Türkiye'de Atatürk tarafından evre evre yerleştirilmiştir.Bunun içinde Atatürk bir dizi devrimler yapmıştır.Bunlar;Saltanatın,Halifeliğin,Şeriyye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması,Tevhid-i Tedrisat kanunlarının çıkarılması,Medreselerin kapatılması,Tekke ve zaviyelerle,türbelerin kapatılması,Türk medeni kanununun kabulü,Yeni Türk Alfabesinin kabulü,1928 yılında Anayasa da düzenlemeler yapılarak,devletin dini İslamdır hükmünün kaldırılması,1937 yılında da laikliğin Anayasaya Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliklerinden biri olarak girmesidir.
      Bunun yanında Atatürk tarafından dinin bilimsel esaslar üzerinde yeniden düzenlemeyi amaçlayan çalışma-lar, ibadet şeklinin ve dilinin düzenlenmesi gibi hususlar gerçekleştirilmek istenmiş fakat sadece ezanın Türkçe okunması sağlanmış bu da 1950 yılında kaldırılmış,eski şekline tekrar dönülmüş,diğerleri hiç tatbik olanağı bulamamıştır.
 Avrupada kutsal kitabın gerçekte hangi konular hakkında ne söylediğini bütün ahalinin anlamasını sağlayan İncil'in milli dillere çevrilmesi olayı bilimsel düşüncenin gelişmesinde tetik mekanizması rolünü oynayan önemli etken olmuştur.Atatürk'te ezan ve hutbenin türkçeleştirilmesi yolu ile hurafelerle dolu inançların özgür düşünce üzerindeki ipoteğini kaldırarak,Türkiyenin rönesansını başlatmıştır.Başlanılan bu hareket maalesef sürdürülmemiş,bilakis vaz geçilmiştir.Yapılacak bilimsel araştırmalarla bu Türk rönesansını canlandırmak mümkündür.
      Atatürk'ün laik anlayışında;Ümmet toplumundan milli şuur kazandırılarak millet toplumuna yönelmiş,milli birlik ve beraberlik duygusu bilinci oluşturularak laik demokratik düzenini kurmuş olan Türk toplumunun,devlet ve toplum hayatında;din ve dünya işleri özellikle dinle politika birbirinden ayrılmalı,din ve mezhep politika aracı olmamalı,dinde baskı ve zorlamaya yer verilmemeli,dini inanç,fikri,vicdani,itikat ve ibadet özgürlüğüne geniş yer verilmelidir 
   Atatürk,laikliğin gerekçelerini şöyle açıklamaktadır:
 ''Uygarlık yolunda başarı,yenileşmeye bağlıdır.Sosyal hayatta,ekonomik hayatta ,bilim ve teknik alanında başarılı olmak için,tek gelişme ve yükselme yolu budur.Hayata ve yaşayışa egemen olan yargıların zamanla değişme ,gelişme ve yenileşmesi zorunludur.''
    ''Uygarlığın keşifleri,tekniğin harikalarının,cihanı değişimden değişime uğrattığı bir çağda,asırlık köhne düşüncelerle,geçmişe bağlılıkla ,varlığını koruması mümkün değildir.''
    '' ...Kısacası efendiler,ulus,saydığım değişim ve devrimlerin doğal ve zorunlu gereği olarak genel yönetimini ve bütün yasaların,ancak dünyasal ihtiyaçlardan ilham alan ve ihtiyaçların değişme ve gelişmesiyle durmadan değişme ve gelişmesini esas tutan dünyasal bir anlayışı,yönetimin hayat kaynağı kabul etmiştir[12].''
 Atatürk İslam dinini ,din adına yapılan yanlışlardan,temizleyerek,Cumhuriyetin teminatı olan ve cumhuriyet'in Türk insanına hediye ettiği ''Laik Düşünceyi''Türk insanına anlatarak,İslam dinini de siyasete alet edilmekten kurtarmış ve saygı değer yerine oturtmuştur.
    Atatürk'ün laiklik anlayışı geniş anlamlı laiklik anlayışıdır. Yalnız ülkemizin özelliklerine göre farklı bir şekil almıştır.Çünki halkı müslüman olan ve laikliği uygulayan tek ülke Türkiye olmuştur. Batıdaki laikliği uygulayan ülkelerin dinleri,milli kültürleri,değer yargıları,örf ve adetleri...Türkiye'den farklıdır. Buna göre; din devlet denetimi altına alınmıştır.Diyanet işleri başkanlığı devlet teşkilatı içinde Anayasal bir kurum olarak yer almış,devlet din işlerinin yürütülmesini ve mesleki din eğitimin yapılmasını bir kamu hizmeti saymış,masrafların genel bütçeden karşılanmasını uygun görmüştür.İnanç ve Tanrıya tapma konularında kişi özgürdür.Ancak dinin devlet ve toplum yönetimine karışmasını önlemek için Türk Ceza Yasası aracılığıyla bazı önlemler alınmıştır.Dindar olmak serbest,ama kamusal hayattaki hareket alanları sınırlandırılmıştır.Baş örtü yasağı bunun açık bir örneğidir.Bu durum aslında laikliğe aykırı değil,onu koruyucu nitelik taşıyan bir çözüm tarzıdır.Osmanlı devletinde ve genel olarak bütün İslam ülkerinde din,yüz yıllardan beri toplum hayatını etki altına almıştı.Bu durum da ,din işlerinin devlet kontrolünden tamamen uzak şekilde cemaat teşkilatlarına bırakılması,çok sakıncalı olur,bu kuruluşlar,devlet organları üzerinde büyük bir siyasi etki sahibi olabilirler,ülkenin geleceğini karartabilirlerdi.
        Atatürk Osmanlı devletinin geri kalmasındaki temel nedenin,taassupluk ve doğmalara körü körüne bağlılık olduğunu söyliyerek laikliği Türk devriminin temel taşı yapmış,mihveri haline getirmiştir.Onu laik düşünceye iten ,bir inanç sistemi olan dinin kuralları ve kalıpları ile devlet hayatının başarılı ve hızlı yönetilemiyeceği tarihsel gerçeğini görmüş olmasıdır.Bunu genç yaşında görmüş ve Türkiye Cumhuriyetini kurarken din ve devlet iç içeliğine son vererek,çağdaş ve modern bir devlet olarak yükselmesi için de laikliği ön koşul olarak görmüştür.Yaşamı boyunca da bu konuda hiçbir zaman taviz vermemiştir.
   Laiklik,yerleşmiş hurafelerin insan düşüncesi üzerindeki ipoteğini kaldırarak,akılcı yoldan doğanın ve evrenin gerçeklerinin birer birer gün ışığına çıkarılmasının yolunu açmıştır.Bu yolda her alanda bireylerin hak ve özgürlükler içinde faaliyetlerine ,sürekli olarak yenileme ve yaratıcılık kazandırmıştır.Bundan dolayı laiklik, demokratik düzenimizin zorunlu bir şartıdır.Olmazsa olmaz bir şartıdır.Türkiye Cumhuriyeti devletinin omurgasını oluşturmuş ve böylece kimliği olmuştur.

 ğ) ATATÜRK'ÜN DİN ANLAYIŞI:
   Atatürk'ün dini kültürü,gerek seviye,gerek mahiyeti itibariyle dikkati çekecek derecede ileriydi.Yetişmiş olduğu aile çevresinin bunda katkısı büyüktü.Çünkü Müslüman bir ailedendi.İlk bilgilerini ailesinden aldı.Gittiği okullardada bunu geliştirdi.Dini uzmanlarca takip olunan Caetani'nin İslam Tarihi,Corci Zeydanın medeniyet-i İslamiye tarihi gibi eserleri incemiştir.Bu da onun yüksek bir dini kültüre sahip olduğunu göstermektedir.Yine liseliler için yazdırdığı tarih kitaplarının ''İslam tarihi''bölümü,bizzat kendisi kaleme almıştır.Ayrıca onun ,Kur'an-ı Kerim'i tercüme ve tefsir edebilecek ölçüde Arapça bilgisine sahip olduğu da bilinmektedir.
       Onun gerek sözlerinden,gerek tavırlarından anlaşılacağı gibi derin İslam bilgisinin yanında,samimiyetle inanan masum bir müslümandır.Bunun böyle olması da doğaldır.Çünkü Atatürk milletiyle bütünleşmiş,milletinin maddi ve manevi tüm özelliklerini taşıyan bir insandı.Onun din aleyhine veya dinle ilgisizlik anlamına gelebilecek bir söz ve tavrına raslanmamıştır.Aksine her davranışında ve sözünde İslam dinine ve değerlerine kuvvetle sahip çıktığını ve üzerine titrediğini görürüz.
 Atatürk'e göre; ''Din gerekli bir kurumdur.Dinsiz toplumların devamına olanak yoktur.Yalnız şurası vardır ki,din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır...''[13]
   Vicdan hürriyetine,ne Atatürk ne de onun emrinde çalışanlar asla karışmamışlardır.Herkes dilediği gibi,dilediği yerde ibadetini yapmak hakkına,tam bir özgürlüğe sahipti''Din,bir vicdan meselesidir.Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir.Biz dine saygı gösteririz.Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz.Biz sadece din işlerini ,millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor;kaste ve fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz..Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.''[14]
      O,çağdaşlaşma mücadesinde hiçbir zaman ''dinimizi'' kötülememiştir.Bilahis dinimizin en mükemmel ve kusursuz olduğunu defalarca ifade etmiştir.''Ey millet Allah birdir.Şanı büyüktür.İnsanlara feyz(ilim,irfan)ruhu vermiş olan dinimiz ,son dindir.Ekmel(en mükemmel,kusursuz)dindir.''[15]
 ''Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir.Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur.Bir dinin tabii olması için akla,fenne,ilme ve mantığa uyması lazımdır.Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur...''[16]
 ''Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır.Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz.Hangi şey ki akla.,mantığa,halkın menfaatine uygundur;biliniz ki o bizim dinimize de uygundur.Eğer bizim dinimiz aklın,mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı,son din olmazdı.''[17]
    Büyük dinimiz çalışmıyanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor.Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kafir olmak sanıyorlar.Asıl küfür onların bu zannıdır.Bu yanlış yorumu yapanların amacı İslamların kafirlere esir olmasını istemek değil de nedir?Her sarıklıyı hoca sanmayın,hoca olmak sarıkla değil beyinledir.[18]
 Allahın emri çok çalışmaktır.İtiraf ederim ki,düşmanlarımız çok çalışıyor.Biz de onlardan zide çalışmaya mecburuz.Çalışmak demek ,boşuna yorulmak,terlemek değildir.Zamanın icaplarına göre ilim ve fen ve her türlü medeniyet buluşlarından azami derecede istifade etmek zaruridir.Hepimiz itirafa mecburuz ki,bu husustaki hatalarımız çok büyüktür.Bizim dinimiz,milletimize değersiz,miskin ve aşağı tavsiye etmezAksine Allah da Peygamberde insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.[19]
   Atatürk Allah kavramı konusundaki düşüncesini bir çay esnasında heyecanla konuşan bir gencin sözü Atatürk'e getirerek''Atam ,sen bir Allahsın''demesi üzerine açıklıyor:''-Arkadaşlar,Allah mefhumu insan beyninin çok güç kavrayabileceği metafizik bir meseledir.[20]
    Yine onun Nutuktaki ifadelerine bakalım:''Ey arkadaşlar!Tanrı birdir,büyüktür;tansal inanışların belirtilerine bakarak diyebiliriz i:İnsanlar iki sınıfta ,iki devirde mütalaa olunabilir.İlk devir insanlığın çocukluk ve gençlik devridir.İkinci devir,beşeriyetin erginlik ve olgunluk devridir.İnsanlık birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi,tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle meşgul olunmayı gerektirir.Allah,kullarının lazım olan olgunlaşma noktasına erişinceye kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullariyle meşgul olmayı tanrılık özelliğinin gereklerinden saymıştır.Onlara Hazret Adem Aleyhisselamdan itibaren bilinen ve bilinmeyen sayısız denecek kadar çok nebiler,peygamberler ve elçiler göndermiştir.Fakat peygamberimiz vasıtasıyla en son dini,medeni gerçekleri verdikten sonra artık insanlıkla aracı ile temasta bulunmağa lüzum görmemiştir.İnsanlığın kavrayış derecesi,aydınlanma ve olgunlaşma sayesinde her kulun doğrudan doğruya tanrısal düşüncelerle temas kabiliyetine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki,Cenabı Peygamber,peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı,en eksiksiz kitaptır[21].
       Hz. Muhammed'i cezbeye tutulmuş sönük bir derviş şeklinde belirten bir eser hakkında da şunları söylemiştir:''Muhammed'i bana,cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar,onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrıyamamışlardır.Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar.Cezbeye tutulmuş bir derviş,Uhut Muharebelerinde en büyük bir komutanın yapabileceği bir planı nasıl düşünür ve tatbik edebilir?Tarih,hakikatleri tahrif eden bir sanat değildir,belirten bir ilim olmalıdır.Bu küçük harbte bile askeri dehası kadar siyasi görüşüyle de yükselen bir insanı,cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler,bizim tarih çalışmamıza katılamazlar.Muhammed bu harb sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmıyarak,galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı,bugün yeryüzünde müslümanlık diye bir varlık görülemezdi[22].O,Allahın birinci ve en büyük kuludur.Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor.Benim ,senin adın silinir,fakat sonuca kadar O,ölümsüzdür[23].
      Atatürk Hz Muhammed'in ölümü ve sonrasıyla ilgili olarakta şu değerlendirmede bulunuyor:''Büyük bir İnkılap yaratan Muhammed'e karşı beslenilen sevgi,ancak onun ortaya koyduğu fikirleri,esasları korumakla tecelli etmek gerekti.Peygamber ölür ölmez düşünülecek şey,onu bir an evvel toprağa tevdi etmek değil,yaratmış olduğu inkılabı emniyet altına almaktı.Bu da yerine evvela inkılabı kavramış en yakın bir arkadaşını geçirerek baş gösterecek tehlikeleri önlemekle olurdu. İnkılabı kavramış ve ona bütün varlığı ile bağlanmış böyle bir halef seçtikten sonradır ki onun defni düşünülebilirdi.O zaman beş on akraba ile değil ,bütün kendisine bağlananların iştirakiyle ve şanına layık bir törenle fani naşı ebedi istirahat yerine tevdi olunurdu..Ne Ali,ne de diğer Haşim oğulları bunu düşünemediler.Bu hakikati o zaman ancak üç büyük insan kavramıştır.:Ebubekir,Ömer ve Ebu Ubeyde.Tarih olaylarının gelişimi,müslümanlığın bu üç büyük insanın teşebbüsleri ve azimleriyle kurtulmuş olduğunu meydana koymuştur.İnkılabın bu üç siması,yaratıcısı kadar büyük insanlardır[24].   
   Atatürk ,1920'lerde bir gün akşam yemeği sohbetinde ,Mevlana'nın,''Mevlevilik''ibadetine ''çalgı'' ve ''müziği'' sokarak,dini gülünç duruma düşüren ve müslümanlığı yozlaştıran birisi olarak takdim eden bir kişiye,şöyle bir karşılık verir:
''-Ahmak,aklının ermediği konular hakkında konuşma,''Mevlana aksine Müslümanlığı Türk ruhuna uyduran büyük bir reformatördür.Müslümanlık aslında hoşgörü ve modern bir dindir.Araplar onu kendi bünyelerine göre anlamışlar ve uygulamışlardır.Sıcak bir iklimde oturan,suyu nadiren bulan ve kullanan genel bir hareketsizlik içinde ömür süren bedevi(göçebe)Arapları için günde beş defa abdest alıp,beş defa namaz kılmak ,çok ileri bir hareket adımıdır.Hz Muhammed'in dini,insanları harekete sevk etmek esasına dayanır.Halbuki çöldeki tatbik şekliyle Müslüman ibadeti,Türkler için çok hareketsiz sayılabilirdi.Sarp dağlarda at oynatan,erimiş kar sularıyla yıkanan Türkler için abdest ve namazdan ibaret olan ibadet tarzı çok hareketsiz kalmıştır.Şamani dininde iken dans eden,şarkılar söyleyen,kopuzlar çalan,şiirler okuyan Türkler,namazı az ve hareketsiz bir ibadet saymıştı.''[25]
Böylece Atatürk bu yaklaşımıyla dinin zaman ve coğrafyaya göre farklı yorumlar yarattığını ifade etmiştir.
    Atatürk camilerin önemini de şu sözlerle dile getirmiştir:''Camiler mukaddes minberleri halkın ruhi,ahlaki gıdalarına en yüksek ,en verimli kaynaklardır.Minberlerden halkın anlayabileceği dilli ruh ve beyne hitap olunmakla müslümanların vücudu canlanır,beyni temizlenir, imanı
kuvvetlenir,kalbi cesaret bulur.Fakat buna karşılık hutbe okuyanların taşımaları gereken ilmi özellikler,özel liyakat ve dünya durumunu anlayıp bilme,önemlidir.[26]
   Camiler,birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır.Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek yani danışmak için yapılmıştır.[27]
      Hutbelerin halkın anlayabileceği şekilde ,günün gerek ve ihtiyaçlarına yönelik olmasını,halkı aydınlatma ve doğru yolu gösterme maksadı taşımasını,minberlerden aksedilecek sözlerin teknik ve ilim gerçeklerine uygun olması gerektiğini ,hutbe okuyanların siyasi durumu,toplumsal ve medeni durumu her gün takip etmelerinin zorunlu olduğunu ve hutbelerin tamamen Türkçe olmasını önemle vurgulamıştır. 
     Atatürk ezanın okunuşuna ilişkin olarak;''Ezan ve Kuran'ı Türklerden başka hiçbir müslüman milleti bu kadar güzel okuyamaz.Bunlara muhteşem müzik ahengi veren Türk sanatkarlarıdır.''[28] diyor.
      Atatürk,Kur'anı-ı Kerim'in Türkçeye çevrilmesinin gerekçesi konusunda;''Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar,bunun için Kur'an Türkçe olmalıdır.''[29]   ''Türk Kur'an'ın arkasından koşuyor;fakat onun ne dediğini anlamıyor;içinde ne var,bilmiyor ve bilmeden tapınıyor.Benim maksadım arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.''[30] 
 Fahrettin Altay,''Atatürk Din ve Laiklik''isimli yapıtında Atatürk'ün,Kur'an'ı tercüme ettirmek istediğini şöyle ifade ediyor:''Kur'anı,Mehmet Akif'ten tercüme etmesini istemişti.Hatta,o zaman,şimdi isimlerini hatırlamadığım,Akif gibi bir kaç din adamına ,bir ''İlahiyat Fakültesi''için tasarı bile hazırlamalarını söylemişti.Ecelin amansız kudreti kendisini yere vurmasaydı,bunu mutlaka yapacaktı.Ben savaş meydanlarında ve her,Tanrının ulu adını ağzından düşürmediğini çokiyi bilirim.O,her manasıyla bir müslümandı.Müslümanlığın istediği gibi dürüsttü,temizdi,iyiliği severdi,kalp kırmazdı.Memleket için ,millet için kendini vakfetmişti.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 
 
.Sorarım size,bu kadar mükemmel bir insan Müslümanlığı değil, de kimdir Müslüman?''
     Bu sözlerinden anlaşılıyor ki Atatürk din değil,yobaz alehtarıdır.

h)ATATÜRK'ÜN TUTUCU DİN İLE İLK KARŞILAŞMASI
    Atatürk okuduğu mahalle mektebinde dersler ilkel metodlarla yapılırdı.Öğrenciler Arapça Alfabeyi,hiç bir şey anlamadan okurlar,hep bir ağızdan bağırarak tekrar ederlerdi.Dizlerinin üzerine koydukları defterlerine,kargacık,burgacık harfler ve heceler yazmaya uğraşırlardı.Küçük Mustafa ''Arap harflerini okuyup yazmaktan ve bağdaş kurup oturarak ders yapmaktan nefret ederdi.Ecnebi okullarında çocukların yerde oturmadıklarını ve yazıyı kucaklarında yazmadıklarını biliyordu.Bir gün derste ayağa kalkar.Hoca efendi yerine oturmasını söyleyince bacaklarının tutulduğunu ileri sürerek oturmayı reddeder.Hoca 'bana karşı geliyorsun öylemi ?diye bağırır.Mustafa! 'evet karşı geliyorum' diye cevap verir.Bunun üzerine sınıftaki diğer çocuklar da ayağa kalkarak 'biz de size karşı geliyoruz' derler.''[31]
   Bu olay O'nun tutucu İslam anlayışı ile ilk karşılaşması ve tepkisi olmuştur.Bu olaydan sonra okulu bırakmıştır.Şemsi Efendinin yeni metodlarla öğrenim yapan,laik görüşlü ilkokuluna gitmiştir.
   Bu yıllarda karşılaştığı bir olayı hiç unutmadı:''Boş zamanlarında bir arkadaşıyla beraber Selanikte bir akşam tren istasyonunda ,askerlerin cepheye hareket edişlerini seyrettiği sırada ,kalabalık bir gruba rastlar.Kalabalığın arasında bol uzun cübbeli ve sivri külahlı bir derviş grubu görür.Çaldıkları çalpara,davul ve zurnaların tiz şamatası arasında dervişler ilahi bir vecd ile kendilerinden geçmiş gibidirler.Etrafındakiler de onların bu heyecanına kapılarak isteri nöbetine tutulmuşcasına çığlık çığlık bağırıp inildiyorlar ve düşüp bayılıyorlar.Mustafa Kemal bu manzarayı seyredince içinde buz gibi tilsindi duymuştur.Arkadaşına bu sahne karşısında utançtan yüzünün kızardığını itiraf etmiştir.Ruhunda her çeşit din yobazlığına karşı bir iğrenme doğmuştur.''[32] 
 

k) ATATÜRK'ÜN İRTİCA ANLAYIŞI
 Atatürk ;irticayı''ileriye,doğruya yönelen harekete karşı kuvvet irticadır''diye tanımlamaktadır.Bütün despot hükümdarların hep dini menfaatlerine araç edindiklerini,Muaviyenin askerlerinin Hz Ali'ye karşı yenilirken mızraklarına Kur'an yapraklarını taktıkları gün ,dinin siyasete alet olduğunu belirtmiş ve siyasete alet edenlerin dine ve ulusa en büyük kötülüğü yaptıklarını sık sık söylemiştir.1453'de İstanbul'u feth eden Türk kudretinin ,bir çağ değiştirebildiğini ama aynı yıllarda icat edilmiş olan matbaayı üç yüz yıl kullanamadığına dikkati çeken Atatürk,bu gecikmeye sebep olan kuvveti irtica diye tanımlamıştır.
     Atatürk yobazlıkla,cehaletle ve din perdesi altında yürütülmek istenen hurafe oyunları ile,milleti tevekküle iten,medenileşmekten alıkoyan,yanlış ve soysuz telkinlerin karşısındaydı.''Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki,çok kere din perdesine bürünmüşler,saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir.Tarihimizi okuyunuz,dinleyiniz...Görürsünüz ki milleti mahveden,esir eden,harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülüklerden gelmiştir[33].''
        Bunca asırlarda olduğu gibi,bugün dahi,milletlerin bilgisizliğinden ve taassubundan istifade ederek bin bir türlü siyasi ve şahsi maksat ve menfaat temini için dini,alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanla-rın,içerde ve dışarda varlığı,bizi bu konuda söz söylemekten,ne yazık ki, henüz uzak bulundurmuyor.İnsanlık-ta,din hakkındaki duygu ve bilgi,her türlü asılsız hikayelerden sıyrılarak hakiki ilim ve teknik ışıklarıyla temiz-lenip mükemmel oluncaya kadar,din oyunu aktörlerine,her yerde tesadüf olunacaktır[34].
      1930 da olan menemen olayının kendisine bildirilmesine üzerine Atatürk'ün tepkisi ''Menemeni yakınız'' olmuştur.Devrin içişleri bakanı Şükrü Kaya'nın buna yanaşmaması ve ricası ile Atatürk kendisine itimatının tam olduğunu söyliyerek Şükrü Kayayı hareketinde serbest bırakmıştır.Şükrü Kaya olayın bastırılmasından sonra Çankayaya giderek Atatürk'e neticeyi söyledikten sonra ''işte paşam ,olay bundan ibarettir.siz neden menemen'i yakma fikrinde oldunuz,anlayamadım''der. Atatürkte kendisine şu cevabı verir.''-Ben seni çok bilgili ve akıllı içişleri Bakanı olarak tanıyorum. Menemen kasabasının ne berbat bir yerde olduğunu tabii gördün.Böyle bir vesile ile oradaki yurttaşlarımız daha iyi bir yere nakleder ve burasını yakmakla da orada taştan bir anıt yükseltir üzerine de ''Cumhuriyetin ilanından 7 yıl sonra bu yerde bir irtica ezilmiştir''yazısını yazardınız.Bunu da gelecek kuşaklar ibretten görür ve okurlardı.Ne yapayım ki isteğimi sen de anlamadın!''.
   Atatürk'ün 1925'de olan Şeyh Sait isyanı olayı sırasında da tutumu ve tepkisi çok sert olmuştur.
      Atatürk diyor ki;''Fransız devrimi ancak yüz senede başarıya ulaşmıştır.Biz ise devrimimizin henüz üçüncü senesindeyiz.Kimse iddia edemez ki,bizim devrimimiz de bir tepkiye bir gericilik hareketine uğramasın.Fakat bu üç sene içinde akıttığımız kanların yeter görülmesi için çıkacak gerici hareketleri doğduğu yerlerde boğmaya çalışmalıyız[35].''
       İslamlığın yönetim ve hukuka ilişkin kuralları ilk zamanlar için çok ileri idi.Zamanla bu esaslar yenilenme-miş,bir yandan içtihat yolunun tıkanması ve öte yandan Ortaçağın bitmesi ile birlikte uygulama değerini yitir-mişlerdi.Zamana uymayı en büyük ilke olarak tanımış İslamlığın bu kurallarını modern esaslarla değiştirmenin dine aykırı yanı yoktu.Ancak sömürücü ve tutucu çevreler bu gerçeği yüz yıllarca kabullenmemişlerdir.Sorun buradan çıkıyordu.Devrim karşıtı bu kesim Atatürk devrimlerine de karşı hareket oluşturdu.Atatürk bu kişilerin dinden maddi menfaat temin eden iğrenç kimseler olduklarını,din ticareti yapan bu insanların masum halkı aldattığını,buna izin vermediklerini,verilmemesi gerektiğini,asıl mücadele edeceğimiz kişilerin bunlar olduğunu önemle ifade etmiştir[36].
   Adi ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini alet yapmağa tenezzül eden sahte ve imansız alimler tarihte daima rezil olmuşlar,rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir.Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca namlı hainler hep bu sonuca sürüklenmişlerdir.Böyle yapan ha-life ve din bilginlerinin arzularına kavuşamadıklarını tarih bize sonsuz misallerle izah ve ispat etmektedir.Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte alimlerin yalan dolanına ehemniyet verecek değildir.En cahil olanlar bile o gibi adamların mahiyetini gerektiği gibi anlamaktadır.Fakat bu konuda tam bir güven sahibi olmaklığımız için bu göz açıklığı bu uyanıklığı,onlara karşı bu nefreti hakiki kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle hatta artan bir kararlılıkla muhafaza ve devam ettirmeliyiz.Eğer onlara karşı benim şahsımdan birşey anlamak isterseniz,derim ki,ben şahsen onların düşmanıyım.Onların menfi yönde atacakları bir adım,yalnız benim şahsi imanıma değil,
yalnız benim gayeme değil,o adım benim milletimin hayatiyle ilgili o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt,o adım milletimin kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir.Benim ve benimle aynı fikirde arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir.Şüphe yok ki,millet bir çok fedakarlık,birçok kan bahasına,en sonunda elde ettiği hayati prensibine kimseyi tecavüz ettirmeyecektir.Bugün kü hükümetin,meclisin,kanunla-rın,Anayasanın nitelik ve sebebi hep bundan ibarettir.Sizlere bunun da üstünde bir söz söyliyeyim,farzımuhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa,bunu temin edecek meclis olmasa,öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam,yine tepeler ve yine öldürürüm[37].
     Atatürk;çok partili hayata geçiş denemeleri sırasında kurulan Terakki Perver Cumhuriyet partisinin kapatılması ile ilgili olarak düşüncelerini şöyle açıklıyor:
''Parti,dini düşünce ve inançlara saygılıdır''kuralını bayrak olarak eline alan kimselerden,iyi niyet beklenebilir miydi?Bu bayrak,asırlardan beri,cahil ve mutaasıpları,asılsız sözlere inananla aldatarak hususi maksatlar teminine kalkışmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi?Türk milleti,asırlardan beri nihayetsiz felaketlere,içinden çıkabilmek için büyük fedakarlıklar gerektiren pis bataklıklara hep bu bayrak gösterilerek yöneltilmemiş miydi?Cumhuriyetçi ve ilerici olduklarını zannettirmek isteyenlerin;aynı bayrakla ortaya atılmaları,dini taasubu çoşturarak,milleti,cumhuriyetin,ilerleme ve yeniliğin,tamamen aleyhine teşvik etmek değil miydi?Yeni parti,dini düşünce ve inançlara saygı perdesi altında;biz hilafeti tekrar isteriz.;biz yeni kanunlar istemeyiz.;bizce Mecelle kafidir;medreseler,tekkeler,cahil softalar,şeyhler,müritler,biz sizi himaye edeceğiz;bizimle beraber olunuz.Çünkü Mustafa Kemal'in partisi hilafeti kaldırdı.İslamiyeti bozuyor.Sizi gavur yapacak,size şapka giydirecektir diye bağırmıyor muydu!Yeni partinin kullandığı formül,bu gerici feryatlarla dolu değildir denilebilir miydi![38]
   Atatürk felsefesine göre dini fanatizm(yobazlık),despotizm tarafından,insanların beyinlerine musallat edilmiş bir hastalıktır.Patolojik bir unsurdur.Fanatizm'in bütün kötülüklerinden korunmanın tek yolu da laik bir yönetim ve eğitimdir.
    Dünyada mevcut dinler ,yüzyıllarca ve kolaylıkla,insanlar üzerinde bütün metodlarını uygulamalarına rağmen ,insanlığa mutluluk sağlayamamışlardır.İnsanlar arasında eşitsizlik yaratmışlar,insanları birçok imtiyazlı sınıflara bölmüşlerdir.Kadınları sosyal çalışma hayatının dışında bırakmışlar ve asıl fecii de bir çok savaşları ,bunları tahrik ve teşvik etmişlerdir.Laik yaşam tarzı bütün bu olumsuzluklara son vermiş insan vicdanını fanatizm'in bütün tesirlerinde kurtarmıştır.
   Türkiyede en çok saldırıya uğrayan ilke laiklik olmuştur.Halbuki İslam dini yüce makamında tutularak,bir sömürü aracı olmaktan kurtarılmış,bütün sadeliği ile de yaşamına devam etmiştir.Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi sahta dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için de gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir.Hiç şüphe yok ki,Atatürk dini bir vicdan ve ahlak prensibi olarak kabul edip ve onu dünya işlerinden ayırıp,hayatın her an değişen gerçeklerini pozitif ilimlere bağlamakla da din müessesine de büyük saygı göstermiştir.Bunun yanında Atatürk vicdan hürriyetine asla engel olmadığı gibi topluma manalarını anlayabilmeleri için kendi ana dili ile dininin öğretilmesini dahi teşvik etmiştir.Böylece vicdanları fanatizmin tesirinden kurtarıp bağımsız yaşama kavuşmuştur.
   İrticacı hareketlerde bulunanların isteği geriye özlemdir.Onlar fikir,ruh ,hatta kıyafetleriyle geçmişin insanlarıdırlar.Medenileşmemişlerdir.Kendilerini yeniliyerek ülkemizin kalkınmasına katkı sağlamamışlardır.Bilakis köstek olmuşlardır.Hala da olmaktadırlar.Onların zihniyeti yenileşmeye karşı olmadır. Örneğin; Osmanlı döneminde 2. Mahmut 'un yaptığı kıyafet inkılabına karşı çıkan ,sarığı,külahı ''din elden gidiyor''diye atmamak için direnen,Fes'i Rum şapkası diye giymek istemeyen zihniyet Atatürk'ün yaptığı şapka inkılabında da aynı fes'in kaldırılmasına ''din elden gidiyor''diye karşı çıkmıştır.
 Bugün bunların amaçları Atatürk ve eserlerini yok etmek,onun yerine dini bir devlet kurmaktır.Halbu ki çağımız din devletleri çağı değildir.Milli egemenliğe dayalı Demokrasi ve Cumhuriyetler çağıdır.Çağın gerisinde kalan bir yönetimi istemek ve bunun mücadelesini vermek günümüz koşullarında akla ve mantığa uygun değildir.Geriye özlem ve köhneliğe özenti biçiminde oluşan bu girişimler ülkemizin gelişmesine engel oluşturduğu gibi ,parçalanmasına ve yok olmasına neden olacak gelişmelerdir.Bundan dolayı Atatürk tüm gerici hareketlere karşı katı idi.
 ''Bizi yanlış yola sevkeden habisler bilesiniz ki alelekse din perdesine bürünmüşler,saf ve nezih halkımızı hep ''şeriat''sözleriyle aldata gelmişlerdir.Tarihimizi okuyunuz dinleyiniz...görürsünüz ki milleti mahveden,esir eden,harap eden fenalıklar hep din kisvesi(kılık)altındaki küfür ve melanetten gelmiştir.Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar.Halbuki,elhamdürüllah hepimiz Müslümanız.Hepimiz dindarız.''[39]
     ''Türkiye,din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir.Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler dervişler,müritler,mecsuplar memleketi olamaz.En doğru ,en hakiki tarikat Medeniyet tarikatıdır.Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir.''diyen Atatürk en büyük tehlikenin ne olduğunu göstermiştir.
    Halbuki yenilik demek güçlenmek,daha iyi olmak,yaşamak demektir.Buna karşı olmak dinimizde yoktur.Bilakis dinimiz yeniliği teşvik etmiştir.''İlim çinde dahi olsa alınız'' ,''Bana bir kelime öğretenin kölesi olurum''gibi örnekler vardır.
   Bütün bu laiklik karşıtı hareketlere karşı önce dinimizi iyi öğrenmeli,din bilgisi zayıf kişilerle dini konuları tartışmamalıyız.21 yüz yılda konumuzun din olmadığı,bilim ve teknoloji olması gerektiğini söyleyip,dini tartışmalardan kaçınılmadır.Dini ve mezhepsel konuları hiçbir zaman gündeme getirmemeliyiz.Şu bir gerçektir ki hayatını dinin ne olup ne olmadığını incelemekle geçiren ve tek arzusu şeriatı geri getirmek olan insanlara karşı,laikliği,bilimi,fenni ve teknolojiyi savunmanın bir faydası yoktur.Bu kişilere karşı onların silahı ile karşılık vermek tek çözüm yoludur.

 k) ATATÜRK VE CUMHUYİYET KARŞITI İRTİCA HAREKETLERİ
   Atatürk;kurtuluşun,yenileşmenin,güçlü olmanın,iyi ve özgür yaşamanın sembolüdür.Ona ve onun yaptıklarına karşı olmak bilime akla, ve mantığa karşı olmak demektir.Bunun da bedeli geride kalma ,taassupluk içine düşme ve yok olmaktır.  
 Bugün,Türkiye Cumhuriyetinin temel taşı ve omurgası olarak laiklik,uygarlık ve insanlık anıtı olarak gericiliğin karşısına dikilmiş heybetli bir anıt olarak durmaktadır.Bu anıt Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti devleti yaşadıkça var olacaktır.Atatürk düşmanları bu eseri yok edemeyeceklerdir.Hevesleri daima kursaklarında kalacaktır. Asla başarıya ulaşamayacaklardır.Bu esere husumetle yaklaştıklarında laik Cumhuriyetimizin aydınlık fikirleriyle yanıp yok olacaklardır.
     Osmanlı devleti döneminde birçok felaketlerin başlangıcı ''şeriat isteriz'' yaygaraları olmuştur.Kabakçı Mustafa ,''Din elden gidiyor ''diye diyerek isyan etmiştir.31 Mart olayı ,''şeriat isteriz'' diye yapılmıştır.Bu kara zihniyet cumhuriyet dönemine de taşarak faaliyetlerini günümüze kadar sürdürmüştür.
   Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren de,Atatürk'ün önderliğinde başlatılan çağdaşlaşma mücadelesi ,artan bir oranda tehdit ve ihlale uğramıştır.Osmanlı düzeni içinde büyümüş ,düzenin nimetlerinden yararlanmış kişiler Atatürk'ün önderliğinde yapılan devrimlerden zarar gördüklerinden,kişisel çıkarlarını ön planda tuttuklarından, yapılan tüm yeniliklere karşı çıkarlar.
     1 kasım 1922'de Saltanatın kaldırılmasından sonra ülkeyi terk eden Vahdettin ,Türkiyeden elini çekmemişti.Romanyanın başkenti Bükreşte toplanan Hilafet Kongresi de ,Türkiyede ayaklanmalar çıkarmak,suikastler düzenlemek ve Vahdettini yeniden saltanata kavuşturmak kararı alırlar.Vahdattinci kişiler Türkiyeye gönderilir.Bunlar sözde ticari amaçla özde ise Hilafet komitesinin propaganda malzemelerini çeşitli bölgelere dağıtarak halkı isyana yöneltmeye çalışırlar.Geleneksel isyan sloganı olan''Din elden gidiyor''temasını kullanırlar.Yine o zamanlar mecliste bazı kişiler bazı devrimlerin yapılmasına karşı olurlar.Devrimlerin şeklini ve hızını yadırgarlar.Bu durum kurtuluş savaşının lider kadrosunu parçalar..Bunu fırsat bilen devrim karşıtları da Atatürk ve düzenini yıkmak için çeşitli yollardan eyleme geçerler.
     Bunların ilki;1924 yılında kurulan ''Terakiperver Cumhuriyet Fırkası''nın yarattığı atmosfer içinde,1925 yılında görülen Şeyh Said ayaklanmasıdır.Mevcut sistemi yıkmaya yönelik harekettir.Hilafetçi kesimle anlaşan,İngiltere'nin de desteğini alan Şeyh Sait 13 Şubat 1925'de Piran köyünde isyan etti.7 mart 1925'de 5000 kişilik bir kuvvetle Diyarbakır'a saldırdı.''Halife sizi bekliyor.Halifesiz Müslümanlar olamaz.Hiçbir halife memleketten çıkarılamaz.Şiarımız dindir.Şimdiki hükümet dinsizlik neşretmektedir.Şeriat isteyiniz.Kadınlar çıplaktır.Mekteplerde dinsizlik ilerliyor.''gibi propagandalar yaptılar.Hükümetin yerinde ve zamanında aldığı önlemler sonucunda isyan 31 mayısta bastırılır.Elebaşlıları yakalanıp cezalandırılır.Bu isyanda Kürt Teali Cemiyetinin el altından desteği olduğu tespit edilmiştir.
      2 Eylül 1925 te memurların şapka giymesine karşı oluşan hareket.Türkiyede başlık konusunda bir karmaşa vardı.Fes,takke,kalpak,keçe,külah,sarık gibi birbirinden farklı başlıklar giyiliyordu.Bunlar kişilerin toplumsal statülarini de gösteriyor,kimi zaman birer sömürü aracı yerine geçiyordu.Zaman zaman bunun olumsuzlukları görülüyordu.Atatürk 24 Ağustos 1925'te Kastamonu'ya gider.Burada ilk olarak Panama şapkasını giyer.Buradaki halkta şapka giyer.Halkın bu gelişmeyi benimsemesi üzerine 25 Aralık 1925'te memurların şapka giymeleri için kanun çıkarılır.Bu gelişmeler karşı devrim kesimine yeni bir eylem fırsatı verir.Zira 2. Mahmut döneminde başa zorla giydirilen Fes adeta İslamiyetle özleştirilir.Fes'in çıkarılıp şapkanın giyilmesiyle kişilerin islamiyetten çıkacağı imajı yaratılır.Sivas'ta,Erzurumda Rizede,Maraşta,Giresun'da halkı isyana yönelik girişimler görülür.İsyancılar hükümetin aldığı sert tedbirlerle yakalanır ve cezalandırılırlar.           
- 1925 'te başlayan Erzurumda''sarıklılar ayaklanması''olur ,isyan bastırılır.
 -1930 da Menemen olayı:Nakşibendi tarikatına mensup meczup ve katil bir softa olan derviş mehmet'in başkanlığında 5-10 kişi ,27 Aralıkta sabah namazından sonra ellerinde yeşil bayrakla menemen çarşısının ortasında tekbir getirerek yürürler.Halk şaşkın bakışlarla bunları seyreder.Bu sırada talimden dönmekte olan ''Kubilay''adında genç yedek subay,bu acayip kılıklı,gözleri dönmüş ahmakları görür.Müdahale etmek ister.Fakat halkın gözleri önünde canavarca öldürülür ve başı testere ile kesilir.Halk olanlar karşısında hareketsiz ve seyirci kalır.İçlerinde yapılan cinayeti alkışlayacak budalalar bile görülür.Kesilen Kubilay'ın başı ,yeşil bayrağın tepesine geçirilir ve yine tekbir ve tehlikelerle yürüyüşe geçilir.Bu sefer bunlara raslayan bir bekçi ve bir de korucu karşı çıkar ve durdurmak isterler.Her ikisi de şehit edilir.Bunun üzerine alınan önlemlerle suçlular yakalanır.37 kişiye Muğlalı Mustafa Paşa divanı harbinde idam kararı verilir ve hükümler infaz edilir.
- 5 Şubat 1933'de Bursa Olayı(Ezan'ın Kur'anın Türkçeleştirilmesi ve Ramazan bayramında camilerde Ezan ve Hutbenin Türkçe okunması ,1932 şubatında da bu kararlar uygulamaya konulur.Bursada bir grup bu kararlara karşı çıkarak duanın Arapça okunmasını isterler.Bu isteklerini valiliğede ileten bu gerici güçler polis tarafından dağıtılır.Dinin Türk diliyle öğretilmesini dinsizlik olarak nitelendiren bu eylemciler,halktan destek alamadıkları için olay kısa sürede bastırılır.)Atatürk bu olay üzerine :''Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi dini siyaset ve her hangi bir tahrike vesile etmeğe asla musamaha etmiyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır.Meselenin mahiyeti esasen din değil ,dildir.Kati olarak bilinmelidir ki Türk milletinin milli dili ve milli benliği bütün hayatında hakim ve esas kalacaktır.''diyerek dinin politik amaçla araç olarak kullanılmasına Türk dilindeki özdeşmenin durdurulmasına izin verilmeyeceğini bir kez daha vurgulamıştır.Nitekim Atatürk'ün ölümüne kadar Ezan ve Hutbe Türkçe okunmuştur.Fakat onun ölümünden sonra 1950 yılında yeniden dua ve ezanın Arapça okunmasına dönülmüştür.
   1935'de Aralık ayında Kayıntar köyünde oturan Halit kendini Nakşibendi Şeyhi ilan edip müridlerine propaganda yaptırır.Hükümet güçleri ile çatışırlar.İsyan bastırılır.Fakat oğluda aynı yolu izleyip isyan eder,dağa çıkar sonra da Suriye'ye kaçar.
-1936 'da ''İskilip olayı''.Gerici bir ayaklanmadır.Bastırılır.
- 1946 yılında itibaren dinsel inançların sömürülmeye başlanması ve tarikatları fiili hareketleri(Nakşibendiler,Ticaniler),Atatürk'e ve sisteme karşı,din devletine yönelik çeşitli hareketlerde bulundular.
 - Nurculuk hareket:Atatürk ve sistemine karşı harekettir.Nurculuğa göre,Devletin resmi dini olmalı,hükümetler şeriatın koruyuculuğunu yapmalı.Devlet yönetimi müslüman.din bilginlerinden oluşan bir kurula bırakılmalı ve Kur'an,Anayasa olarak kabul edilmelidir.Nurcular,Atatürk'ü ''İslamın deccalı''olarak kabul ederler.Cumhuriyet döneminin dinsizlik olduğunu,laikliğin ve Anayasanın ''şeriat'' esaslarına aykırı bulunduğunu ileri sürerler.
 ''Nurculuk,ne bir mezheptir nede bir tarikat.Said-i Nursi adında bir paranoyak tarafından ortaya atılmış dinsel bir akımdır.(1873-1960)Bitlis'in Nurs köyünde doğdu.Urfada öldü.Gençliği medresaliler arasında geçti.Düzenli bir eğitim görmedi.Başlangıçta said-i kürdi adını kullanıyordu.Yazdığı yazılarla 31 mart ayaklanmasının patlak vermesinde ve 1925 kürt ayaklanmasında önemli rol oynadı[40].
- Rabıta olayı.''Rabıtat-ül Alem-ül -İslam düzeni üzerine''İslam devletleri Birliği''kurmak isteyen bir kuruluştur.22 İslam yayın organlarını''desteklemektedir.Örgütün amacı ''İslam Enternasyonalizm ''kurmak bu uğurda çalışmaktır.
-2 Temmuz 1993 Sivas olayı: Şeriat yanlısı bir grup Cumhuriyetimizin kurulduğu Sivas ilimizde''şeriat mutlaka gelecek'',Cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak''naralarıyla gösteride bulunmuşlardır.Madımak otelini ateşe vererek,burada bulunan 37 Cumhuriyet fidanını diri diri yakmışlardır.
Bütün bu acı hatıralar,tarihimizde yaşadığımız ve belleklerimizde diri ,diri duran gericilik olaylarıdır.
 Atatürkten sonra irtica hareketlerine karşı duyarsızlık, gerekli önlemlerin alınmaması,verilen tavizler tehlikenin boyutunu artırmıştır.Bu konuda her Türk vatandaşı üzerine düşen sorumluluğu gereği bu hareketlere karşı tepkisiz kalmamalıdır.Lakin sorunun çözümünün de eğitim olduğu unutulmamalıdır.    
 

[1] Hulusi Yazacıoğlu,Bir Din Politikası:İst.1993,s.42.
 
[2] Malta İncili,22/21.
[3] Luka İncili,22/38.
[4] Malta İncili,6/24.
[5] Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı,Din ve Devlet İlişkileri,Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,Temmuz 1997,sayı 38,s.582-583-584.
[6] Turhan Olcaytu,''Atatürk'ün Laiklik Hedefleri;Atatürk'ün El Kitabı''1994
[7] Toktamış Ateş,''Laiklik'',Ümit Yayıncılık,Ankara,1994.
[8] Fahri Belen,''Atatürk Devrimi ve Din,Atatürk,Din ve Laiklik''Menteş Matbaa,İstanbul,1968.
[9] Turhan Olcaytu,''Dinimiz Ne Emrediyor,Atatürk Ne Yaptı? İnkılaplarımız,İlkelerimiz'',İstanbul,Okat Yayınevi,1973.
[10] Cemil Denk,Atatürk,Laiklik ve        Cumhuriyet,T.C. Kültür Bakanlığı Yayınlar,2309.,sh 35-36.
[11] Şerif Mardin,Makaleler1,Türkiyede Toplum ve Siyaset,İletişim yayınları,1992,ist.
[12] M.Kemal Atatürk,''Söylev ve Demeçler.''
[13] Atatürk, M.Kemal,Söylev ve Demeçler.,Kılıç Ali,Atatürk'ün Hususiyetleri,s.116.
[14] Asaf İlbay Anlatıyor,Yakınlarından Hatıralar,s.102-103.
[15] 7 şubat1923'de Balıkasir Pşa Camiisinde okuduğu hudbede ifade etmiştir.
[16] 1923.Atatürk'ün S.D.11,s.90.
[17] 16 Mart 1923 Adana.,1923 Atatürk'ün S.D.11,s.127.
[18] 1923 Atatürk'ün S.D. s.128.
[19] 1923 Atatürk'ün S.D.11,s.92.
[20] Kemal Yurtseven,Nükte,Fıkra ve Çizgilerle Atatürk 111,Der.N.A. Banoğlu,s.25.
[21] 1922 Nutuk 111,s.124.
[22] Şemşettin Günaltay,Ülkü Derg,cilt:9,sayı 100,1945,s.3.
[23] 1926 Ali Rıza Ünal,Atatürk Hakkındaki Anılarım,Türkiye Harb Malülü Gaziler Derg,sayı:158,1969,s.23.
[24] 1930.Şemşettin Günaltay,ülkü derg,cilt:9,sayı 100,1945,s.4.
[25] Sadi Borak,Atatürk ve Din,Yenilik Basımevi,1962.
[26] 1922.Atatürk'ün S.D.1,s.225.
[27] 1923.Atatürk'ün S.D.11.s.94.
[28] 1933.Abdülkadir İnan,İki Hatıra,Türk Milliyetçilerinin Kalemiyle Atatürk,s.31.
[29] Osman Ergin,a.g.e.,s.5.
[30] Osman Engin,a.g.e.,s.5
[31] Kinross,Atatürk,Bir Milletin Yeniden Doğuşu,1966,c.1,s.28
[32] a.g.e.,c.1,s.51
[33] 1923.Atatürk'ün S.D.11,s.127.
[34] 1927, Nutuk 11,s.208.
[35] 1923.Mahmut Soydan,''Gazi ve İnkılap'',Milliyet Gazetesi,7/12/1929'dan aktaran:34 no'lu kaynak eser.
[36] 1930.Kılıç Ali,Atatürk'ün Hususiyetleri,s.116.
[37] 1923. Atatürk'ün s.d.11,s.146.
[38] 1927.Nutuk,11,s.889-899.
[39] 16 Mart 1923 Adana.
[40] Gökpınarlı Abdülbaki ''Türkiyede Mezhwepler ve Tarikatlar''1969.



Örnek Sokak 1a, 12345 Örnekşehir
0.535 607 5459